KİMYA BİLİMİ & TARİHİ

SİMYADAN KİMYAYA

Evrenin sırlarını tanrılar ancak seçilmiş bazı kişilere vereceğinden, bunları ancak bilgi ile sağlayarak yazgıya egemen olma düşüncesi insanları çalışma konusunda motive etmiştir. Akad – Kalde Uygarlıklarında yedi metal, çeşitli kavramlarla da özdeşleştirilmiştir. İki metalin birlikte eritilmesi, iki tanrısallığın kaynaştırılması anlamına gelmektedir. Eski çağ insanları dört ana elementin varlığına inanırlardı. Bu dört elementin farklı biçimlerde bir araya gelmesi ile farklı maddelerin oluştuğunu kabul etmişlerdir. Bu düşünce Orta Çağın sonlarına kadar devam etmiştir. Aynı dönemde bazı insanlar maddeyi altına dönüştürüp belli bir güce sahip olmayı veya ölümsüzlük iksirini elde ederek ölümü yenmeyi istemişlerdir. İnsanlar cıva ( Hg ) ve kurşun ( Pb ) bileşikleri ile birtakım işlemler gerçekleştirmişlerdir. Bilimsel dayanağı olmayan, sınama-yanılma yoluyla yapılan bu işlemler simya olarak isimlendirilmiştir. Simyadan kimyaya geçiş süreci 18. yüzyılın sonlarında deneysel bulguların kullanılması ile ortaya çıkmıştır.

ESKİ ÇAĞLARDA KEŞFEDİLEN MADDELER

İnsanlar, yıldırımların ormanlara düşmesi, şiddetli fırtınalarda ağaç dallarının birbirine sürtmesi ve yanardağdan akan lavların oluşturduğu doğal yangınlar vb. olaylarla ateşi tanıdı. Yiyecekleri pişirmek için kap arayışında olan insanoğlu sınama-yanılma yoluyla toprağı işleyebileceğini gördü ve topraktan kaplar yaptı. İnsan, ateşin maddeleri yaktığını ve erittiğini keşfetmiştir. İnsanlar bazı maddeleri eritip karıştırarak kullanmaya başlamışlardır. İnsanlar temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra dış görünümüne önem vermeye başladı. Önce avladıkları hayvanların kürkleri ile vücutlarını örterken sonra bu kürkleri işleyerek giyecek ihtiyacını karşılamıştır. Güzelleşmek için çeşitli yöntemlere başvuran insanlar yüzlerini bitkisel ve madensel boyalarla boyamışlardır. Kullandıkları yeşil boya maddesinin malahit, siyahın ise toz halindeki kurşun sülfür olduğu sanılmaktadır. İnsanın sınama-yanılma yoluyla keşfettiği maddelerden biri de tuzdur.

Eski çağ insanları keşfettikleri değişik maddeleri korunma ve tedavi amacıyla kullanmışlardır. Hastalıktan korunma ve tedavi amacıyla bitkiler de kullanılmıştır. İnsanoğlu ölüme çare bulamamış fakat sınama-yanılma yoluyla bazı hastalıkları tedavi etmeyi öğrenmiştir.Bitkileri hastalıkları tedavi etmek için kullanan insanlar elde ettikleri ürünlerin dayanıklılığını artırmak ve uzun süre bozulmadan saklamak için de çareler aramışlardır. Kükürt buharı ile ağartma ve bandırma gibi çeşitli yöntemler kullanmışlardır. Kükürt buharı ile ağartılan ürünlere kuru kaysı, kuru incir örnek verilebilir.İnsanoğlu giysilerin boyanmasında da bitkileri kullanmıştır. Hayvanların yünlerinden yaptığı giyecekleri Kıbrıs taşı ( FeSO4 ) ve alizarin gibi boyar maddelerle boyamıştır.

SİMYA

İnsanların zengin olma hayali diğer madenleri en değerli maden olan altına çevirme çabasıyla başlar. İlk Çağlardan beri altın hep değerli olmuştur.

Simyanın Felsefesi: Kökeni "Herşey Bir'den doğar, Bir'de varolur ve Bir'e döner" monist yargısına dayanan ve "PLOTİNOS"
Plotinos'da monist bir varlık anlayışı bulunur. Onun felsefesinin ontolojik hiyerarşisinin ilkesi hem varlık, hem İyilik ve de Uluhiyet olan Bir'dir.
un (204-270) "YENİ PLATONCU"
Yeni Platonculuk veya Yeni Eflatunculuk Plotinus'un çalışmalarıyla başlayan ve İmparator I. Justinianus'un Platon'un akademisini MS 529'da kapatmasıyla biten Platonik felsefe sürecini tanımlamak için kullanılan modern terimdir.
düşüncelerinde “Her şey Bir’den doğar, akıl ve ruh içinden bir ışık gibi geçer, sonunda maddenin karanlık bölgesinde biter” biçimindeki anlatımını temel alır. Simyanın monist felsefe temeli, "OROBOROS" Kendini yaratmayı sembolize eden kuyruğunu yutmuş bir yılan şeklidir. Kelime anlamı "kuyruğunu öldüren"dir. Yanar, döner gökkuşağı mitleri ile benzerlik gösteren sembol "doğanın ebedi döngüsü" 'nü ifade etmektedir. (Kuyruk ısıran yılan) adlı simgede açıkça görülür. Simgenin biçimi, çemberde başlangıç ve son noktalar olmayışı ile evrensel döngüyü, yılan ise sonsuz yaşamı vb. anlatmaktadır.

Simyanın Amacı: "FİLOZOF TAŞI" Felsefe taşı, Simya ilmine göre dokunduğu her nesneyi altına dönüştüreceğine inanılan taştır. Bu taşın her dokunduğu maddeyi altına çevirmesinin yanında bu taştan elde edilecek iksirin ölümsüzlüğü sağladığı düşünülür. adındaki evrensel büyülü etken olan bir ayıracı kullanarak gizli ve gizemci reçetelerle değersiz metalleri Altın, Gümüş gibi değerlilere dönüştürmek, "TENÜR"
Maddenin sıvı bir madde içerisinde sulandırılarak, orijinal maddeden tamamen farklı bir maddeye dönüştürülmesi amaçlanır. Bu dönüşüm işlemi, bazen ölümsüzlük iksiri veya felsefi cıva gibi diğer simyacı hedeflerinin elde edilmesinde kullanılmıştır.
adı verilen ve metallerde renk değişimi yoluyla dönüşümü sağlayacak olan büyülü çözeltiyi, "PANACEA"
Panacea, genel olarak tüm hastalıkların tedavisinde etkili olan bir çare veya ilaç olarak anılan Yunan mitolojisindeki bir tanrıçadır. Adı "panakia" kelimesinden türetilmiştir ve "tüm iyileştirmeler için" anlamına gelir.
adlı tüm hastalıkları geçiren evrensel ilacı ve "ELİXİR VİTAE"
Latince'de "hayat iksiri" anlamına gelen Elixir Viate, simyada ölümsüzlüğü sağlama amacıyla üretilen hayali bir iksirdir. Orta Çağ ve Rönesans dönemlerinde çok meşhur olan bir iksiri Simyacılar, çeşitli maddeleri ve elementleri bir araya getirerek, Elixir vitae'yi yapabileceklerine inanıyorlardı.
adlı ölümsüzlük iksirini, "GENÇLİK ÇEŞMESİ"
Orta Çağ Avrupa'sında popüler hale gelen ve çeşitli hikayelerde yer alan Gençlik Çeşmesi, inanışa göre bu çeşmeden içen insanlara sonsuz gençlik, güzellik ve sağlık verileceğine inanılan bir efsanevi çeşmedir.
ni bulmaktır. Bunlar bazan aynı madde ya da kavramın, farklı adları olagelmiştir. Filozof Taşı’nın bunlardan başka; "ŞAHMARAN"
Şahmaran, Türk ve Ortadoğu mitolojilerinde yer alan, insanların ve yılanların özelliklerini taşıyan efsanevi bir varlıktır.
, "EJDERHA"
Ejderha, mitolojik ve efsanevi bir varlıktır ve genellikle büyük, ateş soluyan, kanatlı ve pullu bir yaratık olarak tasvir edilir.
, "İÇİLEBİLİR ALTIN" İçilebilir altın, gerçek altın parçacıkları içeren, genellikle yemek ve içeceklerde kullanılan bir tür altın tozu veya altın yapraktır. , "ALTIN TOHUMU"
Altın tohumu, Nigella sativa bitkisinin siyah renkli küçük tohumlarıdır ve antioksidan, protein, lif ve mineral bakımından zengin olmaları nedeniyle sağlık faydaları ile ilişkilendirilirler.
, "SALAMANDER KANI"
Orta Çağ'da, salamandraların ateşe dayanıklılığına atfen, salamander kanının ateşi söndürme özelliği olduğuna inanılırdı, ancak bu bir bir efsanedir.
gibi 600 den fazla adı vardır.

Kutsal ve gizli sanatla (aynı zamanda Kükürtle) Crusopoia (Au yapımı) ve Arguropoia (Ag yapımı) mümkündür. Kutsal Su=Yılan safrası=H2S=K-Polisülfür Hermes Trismegistos: Yazılı belgeler olarak ilk simya reçeteleri, Antik Yunan’lıların Hermes ve Mısır’lıların Thoth adlı tanrılarının kaynaştırılmasıyla oluşturulan "HERMES TRİSMEGİSTOS" Hermes Trismegistus, Antik Mısır metinleri üzerinde çalışan araştırmacılara göre, hem bir tanrının, yaşamış bir bilgenin hem de bir rahip sınıfının adıdır. adlı bir tanrının yazdığı ileri sürülen "TABULA SMARAGDİNA"
Eski Mısır dönemine dayanan, Hermesi Trismegistus olarak bilinen bir figür tarafından yazıldığı düşünülen, mistik bir metindir. Metinde, temel olarak, doğanın temel elementleri olan ateş, hava, su ve toprak arasındaki ilişkiyi ve bu elementlerin nasıl dönüştürülebileceğini açıklanmaktadır.
(ZÜMRÜTLER TABLOSU) adlı kitaptır. Lecandrinus’a göre ona atfedilen başka 42 kitap vardır.

Bu tanrı; Kutsal söz ve yazıların sahibi, Arabulucu; Ulak; Sağlık, Ahiret, Bilim ve Sanatlar tanrısı; Gitarın mucidi; Tüccarların, Hırsızların ve Simyacıların tanrısıdır. Tabula Smaragdina adlı kitapta, filozof taşının özellikleri betimlenmekte; monist felsefe açıklanmakta; Kükürt-Cıva, Kral-Kraliçe, Sevgi-Nefret, Kadın-Erkek, Çekme-İtme, Beyaz çiçek-Kırmızı çiçek gibi zıt kavram çiftlerinin birliği gösterilmektedir. Buna “Conjuctio” denmektedir. Thoth-Hermes karışımı olan Hermes Trismegistos’un simgesi ibis kuşudur. Kitaptaki “Her şey Bir’in düşünülmesiyle Bir’den gelir. Güneş babası, Ay anasıdır. Rüzgar onu karnında, Toprak göğsünde taşır” ifadesinde “Bir”, Filozof taşı olmaktadır. Değersiz madenleri altına çevirme, bütün hastalıkları iyileştirme ve hayatı sonsuz biçimde uzatacak ölümsüzlük iksiri bulma uğraşlarına simya bu işle uğraşanlara da simyacı denir. Simya teorik temelleri olmayan sınama ve yanılmaya dayanan çalışmaları içerdiği ve sistematik bilgi birikimi sağlayamadığı için bilim değildir.

Simya, kimyanın bilim öncesindeki biçimidir. Simyacılar hiçbir zaman değersiz madenleri altına dönüştürmeyi başaramasalar da, kimyanın gelişimi için birçok keşiflerde bulunmuşlardır. Simyadan kimya bilimine aktarılan önemli bulgular arasında barut, madenlerin işlenmesi, mürekkep, kozmetik, boya üretimi, deri boyanması, seramik, cam üretimi sayılabilir.

ELEMENT KAVRAMININ TARİHSEL GELİŞİMİ

Antik dönemdeki Eski Yunan filozoflarının bir bölümü maddenin sınırsız olarak bölünebileceğini kabul ederken, kimileri de atomlarına kadar parçalanabileceğini ileri sürmüştür. Antik dönemde Platon ve Aristo tarafından düşünceye dayalı, hiçbir deneysel gerçeklik temeline oturmayan bazı kavramlar ortaya atılmıştır.

Platon, Dünya”nın elementlerden oluştuğunu düşünüyordu. Aristo ise tüm maddelerin toprak, hava, ateş ve su elementlerinden oluştuğunu savunmuştur. Aristo”ya göre bu elementlerden her biri öteki üçüne dönüştürülebiliyordu. Rönesans döneminde geçmiş yılların getirdiği kimyasal bilgi birikimi onların uygulama biçimlerine ilişkin bir yönelim doğurdu ve böylece ” uygulamalı kimya” ortaya çıkmış oldu.

Toplumsal gelişimle bağlantılı olan yeni toplumsal gereksinimler simyacıların çalışmalarına yansımıştır. Bunun sonucu olarak da kimya artık sanayiye destekçi olarak yönlendirilmeye başlanmıştır. Böylece kimya simyadan ayrılmış, pratik ve bilimsel bir nitelik kazanmıştır.
NOT: İsveçli kimyacı "BERZELİUS" İsveçli bir kimyagerdir. Modern kimyanın gelişimine önemli katkılarda bulunmuştur. Atom ağırlıklarının doğru bir şekilde belirlenmesi ve elementlerin sembollerinin belirlenmesi dahil olmak üzere kimya alanında birçok çalışma yapmıştır. ilk defa elementlerin baş harflerini veya ilk iki harfini sembol olarak kullanmıştır.

NOT: Bilim insanları yanma olayını açıklamada güçlük çekiyorlardı. Bunun en büyük nedeni ise gazlarla ilgili bilgi eksikliğiydi. 1756 da İskoçyalı Kimyager "JOSEPH BLACK" İskoç fizikçi ve kimyacı, özellikle karbondioksit ve magnezyumu keşfetmesiyle tanınmıştır. Aynı zamanda öz ısı kavramını ortaya koyan ilk kişidir. Black buharla çalışan hava motorlarının silindirini ısıtmak için gerekli olan enerjiyi ölçerek James Watt'ın buhar motoru icadına katkı sağlamıştır. sabit gaz ” dediği CO2”i buluncaya dek bilinen tek gaz hava idi. İngiliz Kimya bilgini Joseph Priestley daha sonra deneysel olarak 10 kadar yeni gaz keşfetti. Bunlardan biri onun ” yetkin gaz ” dediği ilerde "LAVOİSİER"
Fransız kimyager ve bilim tarihinde modern kimyanın kurucusu olarak kabul edilen bir bilim adamıdır. Kimyasal elementleri ve elementlerin kimyasal reaksiyonlarını inceleyerek, hava ve yanma ile ilgili önemli çalışmalarda bulunmuştur.
in oksijen adını vereceği gazdır.

İLK ÇAĞ KİMYASI

“Kimya” sözcüğünün kökeni kesin olarak bilinmemekle birlikte Mısır’ın yerli halkı olan Kopt’ların dilinde “Kara toprak” anlamına gelen “Khema” ya da “Khemeia” dan türediği sanılmaktadır. Bir başka görüşe göre Yunanca “Khyima” yani “Metal dökümü” sözcüğünden gelmektedir.

Ancak; ateşin kullanılışının günümüzden 1,5 milyon yıl öncesine uzandığı, mineral boyaların kozmetik amaçlı kullanımının 50.000 yıl, seramik fırınlarının 30.000 yıl önce bilindiği göz önüne alınırsa kimyanın ilgi alanı içine giren uğraşılar, yazının bulunuşuna bağladığımız tarih çağlarından çok daha önceden beri var olmuşlardır.

Gerek rahat ve güvenli yaşama dürtüsü gerekse doğayı ve yaşamı kavrama dürtüsünün insanoğlunda geliştirdiği doğayı anlama ve değiştirme etkinliği, zaman içinde ortaya çıkan ilk uygarlıklarda görgül bilgilerle çeşitli ürünlerin elde edilmesini sağlamıştır. Özellikle Mezopotamya, Nil, İndüs, Sarıırmak gibi büyük akarsu havzalarında konuşlanmış toplumlardaki teknik üretimler, az çok birbirine benzemekte ve aşağı yukarı aynı tarih dilimi içinde yer almaktadırlar. Arkeolojik kayıtlarla tarihlendirilmiş olan bu üretimlerin belli başlıları şöyle sıralanabilir:

CAM ÜRETİMİ VE İŞLEME

Eski Mısır uygarlığında, MÖ 3400 tarihinde yapılmış cam boncuklar, MÖ 1400 den cam vazolar bulunmuştur. Sodyum bikarbonat (NaHCO3) ve Sodyum sülfat (Na2SO4) içeren yeraltı sularının yüzeye çıkıp buharlaştıktan sonra toplanan mineraller karışımı, sodyumun karbonat, bikarbonat, sülfat ve klorür tuzlarından oluşmaktaydı. “Natron” adı verilen bu karışımın kuvars (SiO2) ile ısıtılması, ilk cam örneklerini oluşturmuştur. Kum (SiO2), Kireç (CaO) ve Malahit’in (CuCO3.Cu(OH)2) yaklaşık 800 dereceye ısıtılması ile elde edilen “Mısır mavisi” (CaO.CuO.4SiO2) ilk kullanılan renkli pigmentlerdendir. Seramik ve cam malzemede sır olarak çeşitli mineraller ve metal bileşikleri kullanılmıştır. Bunlardan, Kalay oksit (SnO) beyaz, Kobalt tuzları koyu mavi, Bakır tuzları açık mavi, Realgar (AsS) turuncu, Orpimen (As2S3) ve Sfalerit (ZnS) sarı, Pirolusit (MnO2) siyah, Hematit (Fe3O4) kızıl kahverengi sırları oluşturmuşlardır.

DEĞERLİ TAŞLAR

Mezopotamyadaki Ur kenti kalıntılarında süs eşyası olarak Lapis lazuli (Ultramarin, Laciverttaşı) kullanıldığı saptanmıştır. [Na5S(AlSiO4)3] formülündeki, Lazurit adıyla bilinen bu minerali eski Mısırlılar da kullanmışlardır. Değerli taş ve metallerin ender bulunur ve pahalı maddeler olması, bunların taklitlerinin yapılması ya da taklitlerinden sakınılması için türlü yöntemlerin geliştirilmesini sağlamıştır. Bu bağlamda Bakır çalığı [Cu(CH3COO)2.CuO.6H2O], Zencefre (HgS), Sülüğen (Pb3O4), Kobalt oksit (CoO), Demir (II)oksit (FeO), Bakır oksitler, balık pulları, sedef kırıkları, dana safrası, gelincik çiçeği suyu, dut suyu gibi taklit taşların hammaddeleri sayılabilir.

METALLER VE MADENCİLİK

Bugün Afganistan sınırları içinde kalan bir bölgede, Malahit (CuCO3.Cu(OH)2) adlı mineralinden Bakır elde edilmesi, MÖ 5000 yıllarına kadar uzanmaktadır. En eski Altın, Gümüş, Kurşun ve Bakır örnekleri Mısır ve Mezopotamya’da İ.Ö.4000, Kalay ve Tunç örnekleri MÖ 3400, Antimon örnekleri MÖ 2500 tarihlerinden kalmadır. Doğu Karadeniz2deki cevherlerinden Demir elde edilmesi ise MÖ 1500 ile başlar. Basit kil fırınlarda cevherlerin odun kömürüyle indirgenmesi sonucunda çok dışıklı olarak elde edilen metal, oldukça kötü nitelikliydi. Dökme demir, ancak MS II. yüzyılda Çin’de elde edilebilmiştir. Genel olarak metal cevherleri önce kavurma işlemi ile metal oksitlere dönüştürülüyor, sonra odun kömürüyle indirgenerek metal elde ediliyordu. Eskiden beri bilinen tunç (bronz) ve pirinçten başka, Helenistik dönem kayıtlarında adı sıkça geçen bir alaşım da, 3 kısım Altın ve 1 kısım Gümüşten yapılan “Asem” ya da “Elektrum” dur. Metallerin üretimi, arıtımı ve arılıklarının sınanması için gene bu dönem kaynaklarında çeşitli reçeteler verilmiştir.

MAYALAMA VE DERİCİLİK

Mısır uygarlıklarında üzüm, hurma ve palmiye suları fıçılarda mayalandıktan sonra testilere konuyor ve kapların ağızları kara sakız, kil ya da alçıyla kapatıldıktan sonra bekletilerek şarap yapılıyordu. Testilerin üzerine şarabın üretim tarihi de yazılıyordu. Sütten yoğurt ve peynir ve şerbetçiotundan bira yapımı da biliniyordu. Hayvan derilerinin sepilenmesinde kullanılan maddeler; idrar, hayvan dışkısı, mazı özü, şap, meşe palamudu, akasya tohumu ve sirkeli demir sülfat (FeSO4) idi. Tabaklanan deriler, bitkisel ve hayvansal boyalarla boyanıyordu.

İLAÇLAR

En eski ilaç kitabı, Mezopotamya’nın Nippur kenti kalıntılarında bulunmuş MÖ 3000 yıllarından kaldığı sanılan bir kil tablettir. Burada on iki ilacın hazırlanış tarifleri verilmektedir. İlaçların hazırlanmasında öğütme, kaynatma, çalkalama, yıkama, özütleme, çözme gibi fiziksel yöntemler kullanılmaktadır. İlaçlarda anorganik mineraller yanında bitki ve hayvanların çeşitli kısımları etkin maddeleri oluştururken; su, zeytinyağı, balmumu, keten tohumu yağı, çam terebentini, yün yağı (lanolin) gibi maddeler de taşıyıcı ortam olarak bulunmaktadır. İlk uygarlıklarda, Striknin içeren Kargabüken özü, Koniin içeren Baldıran özü, Akonitin içeren Kaplanboğan gibi zehirler de bilinmekteydi.

BOYALAR VE KOZMETİK

İlkçağ uygarlıklarında Coccus İllicis (Kırmız böceği) ve Coccus Cacti (Koşenil) adlı bitki bitlerinden karmen kırmızısı boyası, Murex Brandaris adlı deniz yumuşakçasından Sur moru adlı erguvan renkli hayvansal boyalar elde edilmekteydi. Bitkisel kökenlilerin belli başlıları ise; kına, çivit, safran, meşe kabuğu, mersin, rezene, ve Rubia Tinctorum (kök boya) dır. Çok çeşitli amaçları karşılamak üzere insanoğlunun bedenlerini boyama ya da süsleme çabaları da çok eski zamanlara uzanmaktadır. Süslenme amaçlı maddeler, genellikle önce toz haline getirilip sonra yün, ceviz, zeytin, badem, susam ve gül yağlarıyla karıştırılarak uygulanmaktaydı. Bunlar arasında rastık olarak kullanılan çıra isi, Kurşun parlağı (Galenit) (PbS), Antimon parlağı (Antimonit) (Sb2S3); düzgün olarak sürülen CuO, Bakır çalığı [Cu(CH3COO)2.CuO.6H2O], Litarj (PbO), Kurşun parlağı (PbS), Kahverengi taş (MnO2), Tebeşir; dudak boyası olan Sülüğen (Minyum) (Pb3O4), Okre (Aşıboyası); saç boyası olan kına, palmiye kırmızısı; parfüm olarak kullanılan mür, günlük, karanfil, sarısakız, aselbend özleri sayılabilir. İlkçağ kimyasında sabun yapımı ve mumyacılık da yer alır.

ANTİK VE HELENİSTİK DÖNEMLER

MÖ VII. yüzyıldan sonra, Batı Anadolu, Ege adaları, Yunanistan ve Sicilya’da yaşayan halklarda, bir yandan göçler ve işgaller bir yandan da canlı deniz ticaretinin etkisiyle büyük bir kültür harmanlanması görülmektedir. Bu karışmanın sonucunda, soyut, kurgusal ve kavramsal düşünce akımları ortaya çıkmıştır. Doğal olayların nedenlerini gene doğada arayan "İYONYA" Batı Anadolunu merkezi, İzmir Bargila sahil şeridi ile Sisam ve Sakız Adaların kapsayan bölge antik Yunan döneminde İyonya olarak bilinirdi düşünürleri arasında "THALES (MÖ 625-545)" Thales, Milet, İyonya'dan bir Antik Yunan matematikçi, astronom ve Sokrat öncesi filozoftu. tüm varlıkların kendisinden türedikleri ilksel madde olarak "SU" yu, "ANAKSİMANDROS (MÖ 620-547)"
Miletos'da Sokrates öncesi dönemde yaşamış İyonlu bir filozoftur. Thales'in öğrencisidir.
"APERİON" Yunan filozof Anaximander'in evrenin temel maddesi olarak öne sürdüğü ve sınırsız, sonsuz, biçimsiz bir elementi ifade eder. Apeiron, sınırsız potansiyel ve sonsuz değişim olasılıkları sunan bir kavramdır. (sınırsız) kavramını, "ANAKSİMENES" Anaksimenes, aynı Anaksimandros gibi bir fizikçi, bir doğa bilimcisidir. (İ.Ö.588-524) havayı, "HERAKLEİTOS (MÖ 540-480)" Herakleitos, Efes'te yaşamış Sokrates öncesi Yunan filozof ateşi, "KSENOFANES (MÖ 569-428)" Antik Yunan düşünürüdür ve MÖ 6. yüzyılda yaşamıştır. Felsefesi, eleştirici ve skeptik bir yaklaşım benimsemiştir ve bu nedenle Ön - Sokratik filozoflar arasında yer almaktadır. toprağı kabul etmişlerdir. "EMPEDOKLES (MÖ 492-432)" Empedokles, Sokrates öncesi düşünürlerden bir tanesidir. ise bunları birleştirerek öncesiz ve sonrasız dört öğeyi "TOPRAK"
Toprak, yüzeyimizi kaplayan ve bitkilerin büyümesi için gerekli olan organik ve inorganik maddelerin karışımından oluşan bir tabakadır.
- "HAVA"
Hava, atmosferdeki gazlar ve su buharının oluşturduğu, Dünya'yı çevreleyen ince bir tabakadır. Temel bileşenleri azot, oksijen ve argon gibi gazlardır.
- "SU"
Su, renksiz, kokusuz ve tatsız bir sıvıdır ve doğada en yaygın bileşenlerden biridir. Kimyasal formülü H2O olan su, hidrojen ve oksijen atomlarından oluşur.
- "ATEŞ" Ateş, sıcaklık ve ışık yayarak enerji açığa çıkaran oksidasyon sürecidir. olarak saptamıştır. Bu düşünürde “Doğum = Öğelerin birleşmesi, Sevgi (=Philia) ile; Ölüm = Öğelerin ayrışması, Nefret (=Neikos) ile” açıklanır. Bu kavramlar, yüzyıllar sonra kimyasal ilgi ve kimyasal bağ kavramlarına temel oluşturmuştur. "PLATON (MÖ 428-348)"
Platon veya Eflatun, Antik Yunan filozofu ve bilgesi ve dünyada üniversite düzeyindeki ilk kurumlardan biri olan Akademi'nin kurucusudur.
sofistlerin en ünlülerinden Sokrates’in öğrencisidir. Ustasının idamından sonra Atina’dan ayrılmış ve yıllar sonra tekrar kente dönerek, özellikle matematik, siyaset ve moral değerler üzerine düalist öğretilerini sunduğu “Akademia” adlı okulunu kurmuştur. Varlıkları; gerçek, yetkin, bitimsiz “İdealar” alemi ile; bozuk, yanıltıcı, geçici “Olgular” alemlerine bölmüştür. Doğaya ilişkin metafizik görüşlerini Timaios adlı yapıtında toplamıştır. Öğeleri, doğadaki düzgün kristallerle eşleştirerek bunlara "ETER" Eter, En çok tıpta kullanılan uçucu, uyuşturucu bir maddedir. Yağları kolayca erittiğinden bir çok aletlerin, eşyaların temizliğinde, bazen de leke çıkarmada işe yarar. ide eklemiş sayılarını beşe çıkarmıştır: İki Ateş cisminden bir Hava cismi oluşur. Çünkü 8=4X2 dir” diyerek varlık sistemini matematikleştirmiştir. İlk kez “Element” adını kullanmıştır. "ARİSTOTELES" Platon'un öğrencisi olan Aristoteles, günümüzde en çok okunan ve hakkında eser yazılan filozoflar arasında yer alıyor. tarafından da benimsenen bu kavram tüm uygarlıklarda yüzyıllarca egemenliğini sürdürmüştür. Aritoteles uzun süre dünyayı dolaştıktan sonra Atina’da “Lyceum” adlı okulunda öğretilerini yaymıştır. Değişmeyen beşinci öğe “Eter” dışında geri kalan dört elementten her birinin diğer üçüne dönüşebileceğini ve dört öğenin dört özellikle bağlandıklarını öne sürmüştür. Bu özellikler; “Sıcak – Soğuk – Kuru– Nemli”dir.

Örneğin: Ateş = Sıcak + Kuru Hava = Sıcak + Nemli Su = Soğuk + Nemli Toprak = Soğuk + Kuru

Aristoteles, madde ve biçim ikilisinde maddeyi etkin, biçimi edilgin saymıştır. Gene Antik dönem filozoflarından "LEUKİPPUS (MÖ V.yy.)" Leukippus, Antik Yunan filozofudur ve MÖ 5. yüzyılda yaşamıştır. Felsefesi, ön-Sokratik filozoflar arasında yer almaktadır ve atomculuk olarak bilinen bir teoriyi öne sürmüştür. Atomculuk teorisi, evrenin temel yapıtaşı olarak atomları kabul eder ve evrenin sürekli hareketi sonucu atomların bir araya gelerek değişiklikler oluşturduğunu düşünür. ve "DEMOKRİTOS (MÖ 470-361)" Demokritos, Antik Yunan filozofudur ve MÖ 5. yüzyılda yaşamıştır. Atomculuk olarak bilinen teoriyi, filozof Leukippus ile birlikte geliştirmiş ve evrenin temel yapıtaşı olarak atomları kabul etmiştir. Ayrıca Demokritos, evrenin sonsuz olduğunu ve sürekli bir hareket halinde olduğunu düşünmüştür. ise maddenin kesikli yapıda olması gerektiğini öne sürerek, her nesnenin kendi özelliklerini taşıyan en küçük birimine "ATOM"
Atom, maddeyi oluşturan temel yapı taşıdır. Atom, protonlar, nötronlar ve elektronlar gibi alt parçacıklardan oluşur.
adını vermişlerdir. Madde birimi kavramı, beraberinde “Boşluk” kavramını da taşıdığı için sonraki düşünürlerce ve inanç sistemlerince pek kabul görmemiştir. Geniş bir coğrafi bölgeyi egemenliği altına alarak ilkçağın ilk büyük imparatorluğunu kuran Arito’nun öğrencisi "BÜYÜK İSKENDER"
Aleksandros veya yaygın adıyla Büyük İskender, Antik Makedonya Krallığı'nın MÖ 336 - 323 yılları arasındaki kralıdır
, MÖ 331 tarihinde Mısırı ele geçirmiş ve adını verdiği "İSKENDERİYE KENTİ"
İskenderiye, Mısır'ın kuzeybatısında, Akdeniz kıyısında bulunan tarihi bir kenttir. İskenderiye, Büyük İskender tarafından MÖ 4. yüzyılın başlarında kurulmuştur. Kent, Antik Dünya'nın en önemli kültürel ve bilimsel merkezlerinden biri haline gelmiştir. Büyük İskender, kentteki dünyanın en büyük kütüphanesi olan İskenderiye Kütüphanesi'ni de inşa ettirmiştir.
ni kurmuştur. Ölümünden sonra bölgede egemenliğini kutan "PTOLEMAİOS"
Büyük İskender'in bir generali olup onun ölümünden sonra Diadokhlar mücadelesinde öne çıktı. Diadoki devletlerinden biri olarak Antik Mısır'da MÖ 305/304'te firavun unvanını da alarak MÖ 305 - MÖ 285 döneminde krallık yapmıştır. Ptolemaios Krallığı ve Ptolemaios hanedanı kurucusudur.
, kentte kurduğu iki büyük kültür merkezinde çağın ünlü düşünür ve bilginlerini toplamış ve tıp, astronomi, kimya, geometri, hidrostatik vb. gibi alanlara önemli katkılar yapılmasına olanak sağlamıştır. "GALENOS (MÖ 129-199)" Antik Roma'nın en önemli hekimlerindendir. Deneysel fizyolojinin kurucusu ve Roma dünyasının ilk spor hekimi olarak kabul edilmiş ve Hekimlerin İmparatoru, Şeyhû’s Seyadile (hekimlerin babası) gibi unvanlarla anılmıştır. Galen’in tıbbi görüşleri “Galenizm” olarak adlandırılır ve yüzyıllar boyunca tıpta etkisini sürdürmüştür Bergama (=Pergamon) doğumlu bilgin, arterlerin hava değil kan taşıdığını, aklın Aristoteles’in sandığı gibi kalpte değil beyinde bulunduğunu, idrarın böbreklerden geldiğini bulmuştur. "DÖRT ÖĞE KURAMINI"
Bu kuramı ortaya atan filozof, Empedokles'tir. Aristo ise bu kuramın gelişmesini sağlamıştır.“Evrene dörtlü ritim hâkimdir. Canlı cansız her şeyin yapısı dört ana elementten oluşmuştur. Bunlar ateş, hava, toprak, su' dur.”
insan mizacına uygulamıştır. Bu dört karakter ya da mizaç, bedende salgılanan dört sıvıyla ilişkilendirilmiştir:

Öfkeli = Sarısafra (Kuru+Sıcak) = Sarı Soğukkanlı = Balgam (Nemli+Soğuk) = Ak

İçe kapanık = Kara safra (Kuru+Soğuk) = Kara Sıcakkanlı = Kan (Nemli+Sıcak) = Al

Bu sıvılar üstten alta sırayla Sarı – Beyaz – Kara – Kırmızı renklerle simyanın da kutsal renkleri olmaktadır. Bu “Dörtleme” sınıflandırması, çağlar boyunca çeşitli alan ve kategorilerde ortaya çıkmıştır.

İskenderiye’de Kopt, Yahudi, Pers, Suriyeli, Filistinli, Yunanlı ve Anadolulu gibi çeşitli ülkelerden gelen kişilerin kültürlerinin bileşimi, belli başlı iki yaklaşımın alaşımıyla belirlenir: Antik dönemin akılcı, soyutlamacı ve kurgusal düşünce akımları ile "MEZOPOTAMYA VE ESKİ MISIR UYGARLIKLARI" Mezopotamya ve Mısır bölgeleri nın kalıtı olan görgül "İLKÇAĞ SANATLARI" İlkçağ sanatları, Antik Yunan, Roma, Mısır, Mezopotamya ve Pers uygarlıkları gibi tarihi dönemlere ait sanatları kapsar. İlkçağ sanatları genellikle mimari, heykel, resim, seramik, müzik, dans ve tiyatro gibi alanları içerir. ile doğu gizemciliği. Bu bileşik yapının oluşturduğu ve "FELSEFE"
Felsefe, insanın düşünce, bilgi ve inançlarının sistematik bir şekilde incelenmesi ve açıklanması ile ilgilenen bir disiplindir. Felsefe, birçok farklı konuyu ele alır ve insanın varoluşu, gerçeklik, bilgi, ahlak, mantık, dil, sanat, din gibi konuları inceler.
olarak da yeni "PLATONCULUK" Platonculuk veya Platonizm, Antik Yunan filozofu Platon'un felsefesi ve öğretilerini takip eden bir felsefi okuldur. Platonculuk, gerçekliğin dünya dışında var olan farklı bir yerde yer aldığına ve gerçek bilginin de o yere erişimle mümkün olduğuna inanır. la dokunmuş kimya uğraşısı, "SİMYA" Simya, eski dönemlerde yaygın olan bir bilim dalıdır ve maddeyi dönüştürme, yaşamı uzatma ve felsefi arayışları kapsar. ya da “Alşimi” adıyla bilinir. Felsefe kökeni “Herşey Bir’den doğar, Bir’de varolur ve Bir’e döner” yargısına dayanan ve böylece “Birci” (Monist) temelde var olan simyanın temel amacı; “Omniscience” (Her şeyi bilen) ve “Omnipotence” (Her şeye gücü yeten) sahibi kişilerin çabaları ile "FİLOZOF TAŞI"
Felsefe taşı, Simya ilmine göre dokunduğu her nesneyi altına dönüştüreceğine inanılan taştır. Bu taşın her dokunduğu maddeyi altına çevirmesinin yanında bu taştan elde edilecek iksirin ölümsüzlüğü sağladığı düşünülür.
adındaki bir ayıracı kullanarak gizli, gizemci reçetelerle değersiz metalleri Altın, Gümüş gibi değerlilere dönüştürmek, "PANACEA"
Panacea, genel olarak tüm hastalıkların tedavisinde etkili olan bir çare veya ilaç olarak anılan Yunan mitolojisindeki bir tanrıçadır. Adı "panakia" kelimesinden türetilmiştir ve "tüm iyileştirmeler için" anlamına gelir.
adlı evrensel ilacı ve "ELİXİR VİTAE"
Latince'de "hayat iksiri" anlamına gelen Elixir Viate, simyada ölümsüzlüğü sağlama amacıyla üretilen hayali bir iksirdir. Orta Çağ ve Rönesans dönemlerinde çok meşhur olan bir iksiri Simyacılar, çeşitli maddeleri ve elementleri bir araya getirerek, Elixir vitae'yi yapabileceklerine inanıyorlardı.
adlı ölümsüzlük iksirini bulmaktır. Yazılı belgeler olarak ilk simya reçeteleri, "HERMES TRİSMEGİSTOS"
Hermes Trismegistus, Antik Mısır metinleri üzerinde çalışan araştırmacılara göre, hem bir tanrının, yaşamış bir bilgenin hem de bir rahip sınıfının adıdır.
adlı bir tanrının yazdığı ileri sürülen "TABULA SMARAGDİNA (ZÜMRÜTLER TABLOSU)" Eski Mısır dönemine dayanan, Hermesi Trismegistus olarak bilinen bir figür tarafından yazıldığı düşünülen, mistik bir metindir. Metinde, temel olarak, doğanın temel elementleri olan ateş, hava, su ve toprak arasındaki ilişkiyi ve bu elementlerin nasıl dönüştürülebileceğini açıklanmaktadır. adlı kitaptır. Burada, filozof taşının özellikleri betimlenmekte; monist felsefe açıklanmakta; sevgi-nefret, kadın-erkek, çekme-itme gibi zıt kavram çiftlerinin birliği gösterilmektedir. I.yy.da yaşayan "YAHUDİ MİRİAM" Miryam veya Meryem, Amram ile Yochebed'in kızı ve Musa ile Harun'un ablasıdır. Adından ilk defa Tevrat'ın Çıkış kitabında bahsedilir. , çeşitli fırınlar, damıtmada kullanılan imbikler gibi aygıtları betimlemiş, su banyosunu bulmuştur. "KLEOPATRA" Antik Mısır'ın son Helenistik kraliçesidir. Asıl unvanı VII. Kleopatra olmasına rağmen kendisinden önce gelenler unutulduğu için, kısaca Kleopatra olarak bilinir. ise üç kitabında kozmetik ürünleri ile altın yapma reçetelerini vermektedir. VI.yy.da yaşamış olan "ZOSİMOS" Tam adı Zosimos of Panopolis olan üçüncü yüzyılda yaşamış simyacı. simya hakkında ki en eski belgeleri bırakmış şahsiyet. , çoğu kaybolmuş olan 28 ciltlik simya ansiklopedisinde deneyler, aygıtlar ve kimyasal maddeleri toplamıştır. VI.yy.da yazılmış ve geçen yüzyılda Mısır’da bulunmuş olan "LEYDEN VE STOCKHOLM PAPİRÜSLERİ"
Leyden ve Stocholm papirüsleri
nde metallerin ve alaşımların elde edilmeleri, arıtılmaları, taklitlerinin yapımı, değerli taş taklitlerinin yapımı, kumaş boyaları gibi çeşitli reçeteler bulunmaktadır.

ORTAÇAĞ İSLAM-DOĞU KİMYASI

Helenistik dönem uygarlığının sonlanmasından sonra İskenderiye’de çalışma olanağı bulamayan bilginlerin çoğu, Rodos, Bergama, Antakya gibi, doğu Akdeniz, Suriye ve güneydoğu Anadolu'ya dağılmışlardır. Özellikle V. ve VII. yüzyıllar arasında Şam, Antakya, Urfa, Harran, Nusaybin, Kınnesrin (Fırat üzerinde), Merv, Horasan, Cundişapur (Basra körfezinde) gibi yerlerde 50’den fazla tıp, felsefe, matematik, astronomi vd. okutulan okullar açılmıştır. Buralarda Antik dönem + Helenistik dönem + İran (Fars) + Horasan, Hindistan kültürlerinin ürünleri ve eski düşünürlerin çalışmaları Yunanca’dan Süryanice’ye çevrilmiştir. Yörede etkin olan bilgin rahiplerden bazıları şunlardır: "NESTORİUS (386-451)" Nestorius, Bizans İmparatorluğu'nun eski Konstantinopolis Patriği. 431 yılında, Ortodoks Hristiyanlık inancından saptığı gerekçesiyle görevinden alınıp, sürgüne gönderilmiştir. : Kotantinopolis patriği iken “Meryem Tanrının değil İsa’nın anasıdır” tezini öne sürmüş ve bu nedenle 435 tarihinde aforoz edilerek Mısır’a sürülmüştür. Nestorius’un yandaşları ise Güneydoğu Anadolu, Suriye, Irak bölgelerinde tutunan Nasturi’lerdir. Antik ve Helenistik dönem yapıtlarının bazılarını Süryani diline çevirmişlerdir. "RESHANİA’LI SERGİUS" Reshaniya'lı Sergius, 4. yüzyılda yaşamış bir Hristiyan askeri ve azizdir. Doğum yeri hakkında kesin bir bilgi olmamakla birlikte, günümüzde Lübnan sınırları içinde kalan Reshaniya köyünden geldiği düşünülmektedir. Roma ordusunda görev yapmıştır. (?-536): Edessa (Urfa) ile Nisibis (Nusaybin) arasındaki bölgede yaşayan bir "MONOFİZİT" MonofizitizmHristiyanlıkta İsa'nın ilahi ve beşeri olmak üzere iki farklı doğasının olduğunu ancak ilahi olan doğanın, beşeri olan doğadan daha üstün olduğu için, onu dönüştürüp absorbe etmiş olması inancıdır. rahip ve hekimi olup, Galenos ve başka bilginlerin kitaplarını Yunanca’dan Süryanice’ye çevirmiştir. Yörede İslam Devleti kurulup fetih ve gaza gereği geniş bir coğrafyaya yayılma politikası uygulanınca, art arda gelen Dört Halife dönemiyle, Emevi ve Abbasi halife hanedanlarında ele geçirilen bu bölgelerin kültür birikimleri yeni bir harmanlanmaya uğramıştır. İslam imparatorluğunu sınırları içine katılan bölgelerdeki bilgiler, özellikle Abbasi halifelerinin kurdukları Beyt-ül Hikme adlı çeviri okulunda Yunancadan Süryaniceye çevrilen eserleri ve Yunan eserlerini Arapçaya kazandırılmıştır.

Yeni ortamda büyük bir bilgi birikimi oluşmaya başlamış ve Ünlü bilginler ortaya çıkmıştır. Bunlar: İslam-Doğu uygarlığının kimya alanındaki en ünlü adı, oldukça önemli buluşları olan "EBU MUSA CABİR İBN-İ HAYYAN"
Ebu Musa Câbir ibn Hayyan, 8. yüzyılda yaşamış ünlü bir İslam bilgini ve kimyagerdir. Ebu Musa Cabir, Pers kökenli bir aileden gelmiştir ve hayatının büyük bir kısmını Bağdat'ta geçirmiştir. Kimya alanında büyük çalışmalar yapmış ve kitaplar yazmıştır.
dır. 721-815 yılları arasında yaşayan Cabir, Kufe’de doğmuş, "HARUN-ÜR REŞİD" Harun Reşid, beşinci ve en tanınmış Abbasi halifesi. döneminde Bağdat’ta yaşamış ve bu kentte ölmüştür. Avrupa’da Geber adıyla bilinir. Batıda, XIV. yüzyıla kadar Geber’e atfedilen kimya bilgilerinin pek çoğu Cabir’e ait değildir. Cabir’in alşimisi felsefe karakterlidir. "MONİST" Monizm ya da bircilik, her şeyin bir tek zorunluluğun, ilkenin, madde ve enerjiden olduğunu iddia eden veya tek bir tözden kaynaklandığını savunan felsefi görüş. ve "METAFİZİK" Metafizik, felsefenin bir dalıdır. İlk felsefeciler tarafından, "fizik bilimlerinin ötesinde olan" anlamına gelen "metafizik" sözcüğü ile felsefeye kazandırılmıştır. düşüncelerle kurulmuştur. Alşimide "HERMES GELENEĞİ" Hermes geleneği, Batı esoterik geleneğinin önemli bir parçasını oluşturan ve kaynaklarını antik Yunan ve Mısır kültürlerinden alan bir öğretidir. Hermes, eski Yunan mitolojisinde bilgi, bilgelik ve zanaat tanrısı olarak bilinir ve Mısır mitolojisinde de Thot olarak tanınır. ni sürdürmekle birlikte, Zosimos ’un simgelerini kullanmamıştır. Cabir, metal ve mineralleri canlı sayarak, zaman içinde olgunlaşıp kıvama geleceklerini öne sürer. Bu görüşe göre; tuzlar, vitriyoller, şap ve kükürt bir yılda, tüm metaller birkaç yılda, değerli taşlar ise bir yüzyılda olgunlaşırlar. Cabir’in kimyaya katkılarından belli başlıları şöyle sıralanabilir: Nişadır (NH4Cl), Üstübeç [2PbCO3.Pb(OH)2], Cehennem taşı (AgNO3), Kezzap (HNO3), Zaç yağı (H2SO4), Güherçile(Hint) (KNO3), Sirke asidi (CH3COOH), Süblime (HgCl2) ve Kurşun şekeri [Pb(CH3COO)2] gibi kimyasal maddelerin elde edilmesi; çeşitli metaller ve çelik üretim yöntemlerinin belirlenmesi; deri ve bez boyalarının hazırlanması; sülfürlerinden arsenik ve antimonun elde edilmesi; bitkilerden yağ özütlenmesi. Gerek Doğu gerekse Batı bilimini önemli ölçüde etkileyen ve "ROGER BACON" Roger Bacon (1219/1220 - 1292), İngiliz bilim insanı, filozof ve Fransisken rahibi. tarafından “ustaların ustası” olarak anılan Cabir’in kitapları, sonraki kuşakların eklemeleriyle oldukça şişirilmiştir.

Cabir geleneği izleyicilerinin en ünlülerinden biri, 864-923 arasında yaşayan Ebubekir Muhammed bin Zekeriya el "RAZİ" Ebubekir Muhammed bin Zekeriya el Razi, 9. yüzyıl İslam dünyasında yaşamış ünlü bir bilim adamıdır. Kendisi aynı zamanda Farsça yazan ve Razi lakabıyla da tanınır. El Razi, tıp, kimya, felsefe, matematik ve astronomi gibi birçok alanda önemli katkılar yapmıştır. dir. İran’ın Rey kentinde doğmuş, uzun süre Bağdat’ta yaşadıktan sonra, yaşlılığında yoksul ve kör olarak döndüğü Rey’de ölmüştür. Latinlerde Albubator , Avrupa biliminde Rhases adlarıyla tanınmıştır. el Razi, maddeci ve akılcı düşüncelere dayanarak, Cabir’in gizemci alşimisine karşı çıkmıştır. Doğa olaylarını birtakım karmaşık simgelerle ve içrek anlamlarla açıklamanın yanlış olacağını, bilginin tek kaynağının duyumlar olduğunu, insan aklının her şeyi bilebileceğini savunmuştur. Maddenin atomlar ve boşluktan oluştuğu görüşüne dayanarak, uzayda atomlar ne kadar sıkışık kümelenirlerse, oluşturdukları maddenin de o kadar yoğun olacağını, hava, su ve toprak örnekleriyle ortaya koymuştur. Aristoteles’in görüşleriyle Demokritos’unkileri birleştirmeye çalışmıştır. Simyada kullanılan maddeleri; "KİTAB-ÜL ESRAR (GİZLER KİTABI)" Kitab-ül Esrar, Batlamyus'un Tetrabiblos adlı eserinden sonra en önemli astroloji kitaplarından biridir. Yazarı bilinmemekle birlikte, Orta Çağ boyunca Batı dünyasında büyük bir etki yaratmıştır. Kitap, astrolojinin temel kavramlarını ve tekniklerini açıklar ve çeşitli gezegenlerin astrolojik etkilerini ele alır. adlı yapıtında altı sınıfta toplamıştır:

1) Bedenler: Metaller
2) Ruhlar: Kükürt, Arsenik, Cıva, Nişadır
3) Taşlar: Pirit (FeS), Mağnezya (MgO)
4) Vitrioller: Çeşitli metal sülfatları
5) Borakslar: Boraks (Na2BO3), Soda (Na2CO3)
6) Tuzlar: Kayatuzu (NaCl), Potasa (K2CO3), Güherçile (NaNO3)

Ebu Ali Hüseyin bin Abdullah "İBNİ SİNA (980-1032)" İbn Sînâ veya Avicenna, döneminin en önemli doktorlarından, astronomlarından, düşünürlerinden, yazarlarından ve bilginlerinden biri olarak kabul edilen Fars polimat ve " polimerik erken tıbbın babası" olarak bilinen hekimdir. ; Buhara yakınlarındaki Afşana kasabasında doğmuştur. Bilim tarihçileri, İbn-i Sina’yı bütün çağların en etkin ve üretken bilginlerinden biri olarak nitelendirirler. İlgi alanlarının genişliği, incelemelerinin derinliği, araştırma yöntemlerinin sağlamlığı ve yüksek eğiticilik yeteneği; İbn-i Sina’yı ortaçağ bilim ve düşünce aleminin doruğuna çıkarmıştır. Çok küçük yaşta sistemli eğitimine başladığı; matematik, astronomi, fizik, kimya, biyoloji, tıp, jeoloji, psikoloji, mantık, felsefe, müzik ve şiir alanlarında olağanüstü yeteneği ve birikimiyle inanılmaz ürünler vermiştir.

Araştırmalarında etkin olan düşünce, bilimsel akılcılıktır. Her zaman gözlem ve deneylere dayanarak, doğa olaylarını doğal nedenlerle açıklamış, metafizik gizemcilik ürünü olan ruh, cin, peri gibi varlıkları ya da kutsallık ve lanetleme gibi dinsel kökenli duygu kavramlarını neden – sonuç ilişkilerinde asla kullanmamıştır. Simyacıların türlü gizemci yaklaşımlarına karşı, önyargılardan arındırılmış aklı ve mantığı bilimsel bilginin temeli olarak saymıştır.

Hemedan hükümdarının vezirliğini yaparken yazdığı 18 ciltlik "KİTAB-ÜŞ ŞİFA" Kitab-üş Şifa, İbn-i Sina'nın en önemli eserlerinden biridir. Tam adı "El-Şifa bi-Ta'rif huquq al-Müstafa" olan eser, İslam felsefesi ve tıbbı konularında geniş bir çalışma yapmaktadır. adlı kitabında bilginin gözlemler ve duyumlarla başladığını; ancak bu verilerin mantıkla işlendikten sonra gerçek bilginin oluşabileceğini öne sürmektedir. Akılcı ve Aristotelesçi yaklaşımları yanında, bazı konularda Platoncu eğilimleri de gözlenmektedir. Şifa’nın mineralojiyle ilgili bölümünde, mineralleri sınıflandırarak, Ateşte eriyenler – Taşlar – Kükürtler – Tuzlar olarak dört öbeğe ayırmıştır. Bilginin doğa bilimleri ve özellikle kimyaya ilişkin düşünceleri "RESAİL Fİ’L HİKMET VE’L TABİİYAT" Resail fi'l Hikmet ve'l Tabiiyat, İbn-i Sina'nın felsefi ve tıbbi konuları ele aldığı bir eserdir. Tam adı "Resail fi'l Hikmet ve'l Tabiiyat li'Şeyhü'l Ra'is Ebu Ali İbn-i Sina" olan eser, İbn-i Sina'nın yaşadığı dönemde birçok bilim dalında yapılan araştırmaların sonuçlarını da içermektedir. (Fizik ve Doğal Varlıklar Kitapçıkları) adlı yapıtlarında toplanmıştır. Bu kitaplarında, Altın ve Gümüşün, güneşle ayın adi metalleri yetkinleştirmesiyle oluştuklarını öne sürmüştür. Simyacıların değerli metalleri elde etme uğraşılarına karşı çıkarak, çeşitli yollarla sarartılan ya da beyazlatılan maddelerin Altın ve Gümüş olamayacaklarını, yani boyamayla hiçbir maddenin özünün değişmeyeceğini ortaya koymuştur.

Abdurrahman el "HAZENİ" Abdurrahman el-Hazenî, 10. yüzyılda yaşamış İslam dünyasının önde gelen kimyagerlerinden biridir. Basra'da doğmuş ve hayatının büyük bir kısmını Bağdat'ta geçirmiştir. El-Hazenî, kimya alanında önemli keşifler yapmış ve kimya ile tıbbın birbirine yakın olduğunu göstermiştir. Kendisi aynı zamanda bir tıp doktorudur ve tıp alanında da çalışmalar yapmıştır. (İ.S.?-1130). Matematik, fizik, astronomi, kimya ve tıp alanlarında çalışmaları vardır. Altın ve Gümüş alaşımında iki metalin kütleleri için yoğunluğa dayanan bir denklem vermiştir. "KALDIRAÇ YASALARI" "Kuvvet kolu çarpı kuvvet eşittir yük kolu çarpı yüktür" . Pratikte, bunun anlamı şudur: uzun bir kaldıraca (kuvvet koluna) uygulanan kuvvet çok daha kısa olan yük kolundaki daha büyük bir yükü kaldırabilir. , çeşitli cisimlerin özgül kütleleri yanında, bir yerçekimi kuramını da geliştirmiştir. Kimya çalışmalarında; güherçile ve kömürden barut; kömür ve çakıltaşından Potasyum silikat (K2SiO4); Kurşun ve metal oksitlerden emaye; Cıva, kayatuzu (NaCl) ve vitriyol (FeSO4) den kalomel (HgCl) ve süblime (HgCl2) elde etmiştir. İslam-Doğu uygarlığının bilimsel gelişmelerinin ürünleri, Avrupa’ya yalnız yordam ve yöntemleriyle değil, kullanılan ad ve kavramlarla da aktarılmıştır. Örneğin, kimyada sık kullanılan; alcohol (el-kuül), alembic (el-imbik), alkali (el-kali), aniline (en-Nile), arsenic (el-zırnık), benzoar (panzehir), bor (burak), camphor (kafuru), elixir (el-iksir), kalium (potasyum), lacquer (lak) natron (natrun=soda), realgar (rehc el-gar=arsenik sülfür), talc (talk),..vb. birçok ad ve terim, batı dillerine Arapça ve Farsçadan geçmiştir.

ORTAÇAĞ AVRUPASINDA KİMYA

12. yy.’dan itibaren İslam – Doğu uygarlığının bilimsel başarıları İtalya (Sicilya) ve İspanya üzerinden Avrupa’ya geçmiştir. Kastil kralı VI. Alphons, 1085 de Tuleytula (Toledo) kentini ele geçirdikten sonra burada bir çeviri okulu kurarak başına Cremona’lı Gerard’ı getirmiştir. Burada; Antik ve Helenistik dönemlerle, İslam – Doğu döneminde üretilen bilgiler, Arapça’dan İbranice’ye, bu dilden İspanyolca’ya ve sonunda Latince’ye çevrilerek Avrupa’ya tanıtılmaya başlamıştır.

1085 yılında Toledo kentinde kurulan çeviri okulunda Latinceye kazandırılmıştır. Bunlar arasında Cabir’in olduğu söylenen ve metallerin Cıva ile Kükürtten bin yıl pişerek oluştuğunu öne süren yazılarla, "RAZİ" Ebubekir Muhammed bin Zekeriya el Razi, 9. yüzyıl İslam dünyasında yaşamış ünlü bir bilim adamıdır. Kendisi aynı zamanda Farsça yazan ve Razi lakabıyla da tanınır. El Razi, tıp, kimya, felsefe, matematik ve astronomi gibi birçok alanda önemli katkılar yapmıştır. nin Şaplar ve Tuzlar kitabı da bulunmaktadır.

Almanya’nın Schwab bölgesi kontlarından birinin çocuğu olan "ALBERTUS MAGNUS"
Albertus Magnus, 13. yüzyılda yaşamış ünlü bir Katolik rahip, filozof, teolog, kimyager ve bilim adamıdır. Aristoteles'in felsefesine olan ilgisiyle tanınır. Aristoteles'in eserlerini derleyerek, yorumlayarak ve açıklayarak onun felsefesini İslam felsefesiyle birleştirmeye çalışmıştır. Bu çalışmalarıyla Scholastik felsefenin gelişimine büyük katkıda bulunmuştur.
(Büyük Albert) (1193-1280), tüm Almanya’yı yaya dolaşarak mineraloji, biyoloji ve simya bilgisini geliştirirken, büyücülükle de ilgilenenen bir dinbilim öğretmenidir. Büyücü Albert ve Doctor Universalis (Evrensel doktor) lakaplarıyla da anılan Albertus Magnus, İslam -Doğu bilimi ile Antik çağ Aristoteles düşüncesini, Hıristiyanlıkla uzlaştırmaya çalışmıştır. Aristoteles’in tüm yapıtlarını yorumlamış; simya çalışmalarını yazdığı De Mineralibus adlı kitabında Altından Gümüşün ayrılmasını, damıtma yolu ile vitriol yağı (Sülfürik asit) elde edilmesini betimlemiştir. Demir sülfatı (FeSO4) “vitriol” Sülfürik asiti (H2SO4) “vitriol yağı” olarak adlandırmaktadır. Kükürtün Gümüşü kararttığını gözleyerek, metallerin tümünü yakacağını öne sürmüştür. Simya için “Deha ile ateşin sefil birliği” demektedir.

İngiltere’nin Somerset kentinde doğan "ROGER BACON (1214-1294)"
Roger Bacon, genellikle bilimde deneysel yöntemlerin kullanımını teşvik eden ilk Batılı düşünürlerden biri olarak kabul edilen bir İngiliz filozof, teolog ve Fransisken rahibiydi. Ayrıca felsefe, matematik ve dilbilime yaptığı katkılarla da bilinir.
, Oxford Üniversitesinde okumuş bir Fransisken rahibidir. Paris Üniversitesinde kaldığı onbeş yılda, Aristoteles, el Razi, ibn-i Sina ve ibn-i Rüşd’ün Latinceye çevirilen yapıtlarını incelemiş ve yorumlamıştır. Doctor Mirabilis (Mucizevi doktor) lakabıyla ün yapan Bacon, tarikat baskısı nedeniyle önceleri uzun süre çalışmalarını yayımlayamamıştır. Sonunda Papa IV.Clement’in desteği ile yazdığı Opus Major adlı kitabında çağının hemen hemen tüm bilgilerini özetlemiştir. Koruyucusu olan Papanın ölümüyle başı yeniden derde giren bilgin, "İBNİ RÜŞT" İbn Rüşd, 1126'dan 1198'e kadar İspanya'nın Endülüs kentinde yaşayan bir ortaçağ Müslüman filozof ve hukukçusuydu. Aristoteles düşüncesini ortaçağ Batı'sına tanıtmada etkili olan Aristoteles'in eserleri üzerine yaptığı kapsamlı yorumlarla tanınır. ün düşüncelerini de desteklediği öne sürülerek Dominikenlerin baskısıyla atıldığı hapiste 17 yıl kalmış ve orada ölmüştür.

Simyada metallerin dönüşümüne inanan Bacon, kimyayı iki kategoriye ayırır:
1) Spekülatif kimya: Her türden metal, mineral, bileşik gibi maddelerin elementlerinden oluşumuyla ilgilidir. Bunlar, Aristoteles ve Latin düşünürlerinin bilmedikleri bilgilerdir.
2) Pratik kimya: Simya sanatı yardımıyla, içlerinde Altın da olmak üzere her tür maddenin damıtma, süblümleştirme, kalsinleme vb. yollarla nasıl elde edileceği ile ilgilidir.

"İBN-İ HEYSEM" İbn-i Heysem (Latince'de Alhazen olarak da bilinir), MS 965'ten 1040'a kadar Irak'ın Basra kentinde yaşayan bir ortaçağ Arap matematikçisi, fizikçi ve astronomdu. İslam Altın Çağı'nın en büyük bilim adamlarından biri olarak kabul edilir ve optik, matematik, astronomi ve fiziğe yaptığı katkılarla tanınır. in kitaplarından etkilenerek, optikle uğraşmış, büyüteç ve merceklerin yapılışlarını tanımlamıştır. Meteorolojik olayları ve denizlerin tuzluluk nedenlerini de araştırmıştır. Avrupa’da ilk barut reçetesinin Bacon’a ait olduğu söylenir: 7 kısım salpeter (sodyum nitrat) + 5 kısım odun kömürü + 5 kısım kükürt.

Yunanlı "MARCUS GRAECUS" Kimya alanında önemli çalışmlar yapmış ve ateşi incelemiş önemli bir simyacıdır. , 1250 de yayımlanan Ateş Kitabı adlı yapıtında gizemli simya bilgileri vermektedir. Örneğin “Materia Prima, Kızıl Adam ve Beyaz Kadın birleştirilirse patlar.” ifadesi; İlksel madde, Kükürt ve Cıva karışımının patlayacağı anlamındadır.

Aynı yüzyılda yaşayan ünlü simyacı "RAİMUNDUS LULLUS"
Raimundus Lullus, 1232’den yaklaşık 1315'e kadar yaşayan bir ortaçağ filozofu, teolog ve mistikti. Lullus, kavramların ve fikirlerin mantıksal kombinasyonları ve permütasyonları sistemine dayanan "Ars Magna" veya "Büyük Sanat" adı verilen bir bilgi yöntemi geliştirmesiyle bilinir
, Ars Magna adlı kitabında çeşitli deneyleri yanında ansiklopedik bilgileri sağlama yöntemlerini anlatmıştır. Potasyum karbonat (K2CO3) üzerinden su çekerek mutlak alkol elde etmiştir.

Ünlü bir hekim olan "VİLLANOVA’LI ARNALD" Villanovalı Arnald (Arnaldus de Villa Nova olarak da bilinir), 13. ve 14. yüzyılın başlarında yaşayan bir ortaçağ doktoru, simyacı ve filozoftu. Tıp bilimi ve simyanın gelişimine önemli katkılarda bulundu. Çeşitli hastalıkların tedavisi de dahil olmak üzere tıbbi konularda kapsamlı yazılar yazdı. ise, hazırladığı tıp ve simya preparatlarını bir kitapta toplamıştır. Zehirli maddeleri, vücuda etkilerini incelemiş, sünger külünün guatr hastalığına iyi geldiğini saptamıştır.

XIV.yy.da yazılmış Geber Kitapçıkları üç birincil ruh olarak Cıva, Kükürt ve Arseniği kabul eder. Kitapçıklarda Şaplardan Sülfürik asit (H2SO4); Şap, Göztaşı ve Güherçileden Nitrik asit (HNO3) yapımı; Cehennem taşı (AgNO3); Kurşun şekeri (Pb(CH3COO)2) elde edilmesi; fırın, imbik, kül banyosu gibi aygıtlar; süzme, eritme, damıtma, kristallendirme gibi işlemler anlatılmaktadır. Kitapçıkları Cabir’in yazdığı söylemişse de bilim tarihçileri bu savın doğru olmadığı düşüncesindedirler.

"RÖNESANS" Rönesans, İtalya'da 14. yüzyılın ortalarından 17. yüzyılın başlarına kadar süren bir dönemdir. Bu dönemde, antik çağ kültürüne yeniden ilgi duyulmuş ve onunla bağlantılı olarak sanat, edebiyat, bilim ve felsefede büyük bir yenilenme yaşanmıştır. ın tüm Avrupa kültür yaşamına kökten değişimler getiren etkisi, XVI. yüzyıla kadar simyanın gizemli yapısında önemli değişimler yapmamıştır. Bu yüzyılda yaşayan bir bilgin ilk kez simyaya karşı çıkarak yeni bir yapılanmanın yollarını açmıştır.

BİLİMSEL DEVRİM ÇAĞI VE İATOKİMYA

Zürih kenti yakınında Maria-Einseideln kasabasında doğan ve bir hekimin oğlu olan "THEOPHRASTUS BOMBASTUS VON HOHENHEİM (1493-1541)"
Paracelsus olarak bilinen Theophrastus Bombastus von Hohenheim, 16. yüzyılda yaşayan İsviçreli bir doktor, simyacı ve filozoftu. Erken modern tıp ve kimyanın gelişiminde en önemli figürlerden biri olarak kabul edilir.
, yaklaşık 1500 yıl egemenliğini sürdüren simyacılık akımına karşı çıkarak ilaç kimyası (iatrokimya) çığırını açan bir bilgindir. Yirmi yaşında Tirol madenlerinde çalışmaya başlamış ve burada ünlü simyacı "SİGİSMUND FUGGER"
Sigismund Fugger, 16. yüzyılda yaşayan bir Alman bankacı ve tüccardı. Rönesans döneminde Avrupa'nın en zengin ve en etkili bankacılık ailelerinden biri olan önde gelen Fugger ailesinin bir üyesiydi.
ile tanışarak simya bilgilerini geliştirmiştir. Viyana Üniversitesinde tıp eğitimini tamamladıktan sonra gittiği Ferrara Üniversitesinde, eski ustaların eleştirildiği bir ortamla karşılaşması, tıp ve simyaya ilişkin görüşlerinin belirlenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Burada adını değiştirerek, Romalı ünlü tıp otoritesi "CELSUS" Celsus ya da Kelsos, milattan sonra 2. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış Platon geleneğine bağlı bir filozoftur. dan daha üstün anlamına gelen "PARACELSUS" Paracelsus olarak bilinen Theophrastus Bombastus von Hohenheim, 16. yüzyılda yaşayan İsviçreli bir doktor, simyacı ve filozoftu. Erken modern tıp ve kimyanın gelişiminde en önemli figürlerden biri olarak kabul edilir. takma adını almış ve bu adla ünlenmiştir. Çağının geleneklerine uyarak pek çok ülkeyi-ve İstanbul’u- gezen bilgin, sonraları yerleştiği Basel ve Strasbourg’da kent hekimliğine atanmıştır.

Kitaplarını geleneksel olarak Latince değil, Almanca ve Fransızca yazan Paracelsus’un, döneminde büyük yankılar oluşturan görüşleri içinde başta geleni, "İATROKİMYA (İLAÇ KİMYASI)" İatrokimya. İatrokimya. Ünlü tıp adamı Paracelsus'a ait kuram. İyatrokimya, hastalıklara ve tıbbi rahatsızlıklara kimyasal çözümler sağlamaya çalışır. akımını öne çıkarmasıdır. Bir yandan simyacıların görevlerinin adi metalleri Altına dönüştürmek olmayıp, tıbba hizmet için ilaçlar hazırlamak olduğunu öne sürmüş; bir yandan da çağındaki hekimleri eski ustaların yazdıklarını gözü kapalı uygulayan bilgisizler olarak nitelendirmiştir.

Paracelsus, "ARCHİDOXA"
"Archidoxa", Paracelsus tarafından yazılmış bir kitabın adıdır. İlk kez 1570 yılında, Paracelsus'un ölümünden neredeyse 30 yıl sonra yayınlandı. Archidoxa’da Paracelsus, simya ilkelerini ve bunların doğal dünyayla nasıl ilişkili olduğunu araştırıyor.
adlı kitabında, dirimselci görüşlerin etkisiyle, canlıların bedenlerinde “Üç Birincil İlke” (Tria Prima) bulunduğunu öngörmüştür:
1) Cıva: Ağır, akışkan ve uçucu olup, Ruh’u temsil eder. Aşırısı paralize yolaçar.
2) Kükürt: Yanıcıdır. Ateş öğesi olarak Can’ı temsil eder. Aşırısı sıcaklığı arttırır.
3) Tuz: Çözünürlük öğesidir. Beden’i temsil eder. Aşırısı diyareye neden olur.

Sağaltımda kullanılacak ilaçların metaller, ametaller ve bunların bileşikleri gibi arı maddeler olması gerektiği düşüncesiyle, "FARMAKOPİ" Farmakope, tıbbi ilaçların dozları, formülleri ve kullanımlarını içeren listelere ait bilgilerin bulunduğu kitap ye Bakır, Kurşun, Cıva, Arsenik, Antimon ve tuzlarını sokmuştur. Döneminde, çok yaygın olan, en tehlikeli hastalıklardan frenginin sağaltımında Cıva kullanılmasını ilk öneren kişilerdendir. İçme sularında bulunan minerallerden Kurşunun guatr hastalığına yol açtığını, madenci hastalığı olarak bilinen silikosise ocakların tozlu havasını solumanın neden olduğunu bulmuş, vebaya karşı hastaların dışkılarından çok küçük örnekler alarak bunlardan hazırladığı haplarla Avrupa’da ilk aşı uygulamalarını gerçekleştirmiştir. Paracelsus’un üç yüzden fazla olan öbür kitap yazdığı bilinmektedir.

Madencilik, metalürji ve kimya teknolojilerinin öncüsü sayılan "GEORGİUS AGRİCOLA"
Mineralojinin babası olarak kabul edilen bir Alman bilim adamıdır. Agricola, madencilik ve metalurji üzerine kapsamlı bir inceleme olan en ünlü eseri "De re metallica" yı yayınladı. Madencilik ve metalurji alanındaki çalışmalarına ek olarak, Agricola tıp, botanik ve kimya ile de ilgilendi.
– ya da asıl adıyla "GEORG BAUER" – 1494 de Almanya’nın Saksonya eyaletinde doğmuştur. Leipzig ve Zwickau’da klasik yazın eğitimi gördükten sonra, Bologna ve Padua’da bir yandan matbaacılık yaparken bir yandan da kent üniversitelerinde tıp eğitimini tamamlamıştır. Ancak; ülkesine döndükten sonra, tümüyle maden arama ve metal elde etmeyle ilgilenmiştir.

"AGRİCOLA" , 1546 da ilk sistematik mineraloji kitabı olan "DE NATURA FOSİLLİUM (FOSİLLERİN DOĞASI)" Georgius Agricola tarafından yazılan ve 1546'da yayınlanan bir kitaptır. Mineraloji üzerine yapılan en eski çalışmalardan biridir ve minerallerin ve kayaçların incelenmesine önemli bir katkı olarak kabul edilir. nı yayımlamıştır. Bu kitapta, maden cevheri bulunan kanalların, kayaların içindeki suların aşındırma etkisiyle oluştuklarını öne sürer.

Gerek yeraltı buharları ile yeraltı ateşinin etkileşmesinden gerekse yeryüzünden sızan sulardan oluşan “özsuyu” sıvıları, kanallarda dolaşarak cevherleri ortaya çıkarırlar. Sınıflandırmadaki kategorileri şöyle açıklamıştır:

1) Topraklar : Suyla bulamaç veren kil, tebeşir vb.
2) Katı özsuyu : Suyla sıvılaşan tuz, vitriyol, orpimen, alum ve salpeter.
3) Taşlar : Değerli ve yarı değerli taşlar.
4) Metaller : Altın, Gümüş, Cıva, Bakır, Kurşun, Demir, Arsenik, Antimon ve alaşımları.
5) Bileşikler : Galen ve Pirit.

Agricola’nın en büyük çalışması, 1555 yılında yayımlanan 12 CİLTLİK "DE RE METALLİCA" Georgius Agricola tarafından yazılan ve ölümünden bir yıl sonra 1556'da yayınlanan madencilik ve metalurji üzerine bir kitaptır. Kitap, metallerin madenciliği, eritilmesi ve rafine edilmesinin yanı sıra cevherlerin jeolojisi ve mineralojisi üzerine kapsamlı bir incelemedir. (MADENCİLİK ÜZERİNE) adlı yapıtıdır. Madencilik ve metalürjinin hem teknik hem de ekonomik açılardan bütün yönlerinin kapsamlı ve ayrıntılı olarak incelendiği yapıt, gerçekçi biçemde çizilmiş gravürlerle zenginleştirilmiştir. Madencilikte damarların bulunması, maden cevherlerinin ocak ve galerilerden çıkarılması, kavurma, kırma, öğütme, kupellasyon gibi fiziksel ve kimyasal işlemlerin ayrıntılı betimlemeleri, kitabı uzun süre bir başvuru kaynağı konumunda tutmuştur. Bilgin, 1555 de ölmüştür.

1540/50-1616 yılları arasında yaşadığı sanılan "ANDREAS LİBAVİUS" Andreas Libavius, 16. yüzyılın sonları ve 17. yüzyılın başlarında kimya ve tıbbın gelişimine önemli katkılarda bulunan bir Alman simyacı, kimyager ve doktordu. Kendisi simya ve kimyanın yakın bağlantılı olduğuna inanıyordu. , XVI. ve XVII. yüzyıllar arasındaki en önemli "İATROKİMYACI" "İyatrokimya" veya "İyatromatematik", 16. ve 17. yüzyıllarda Avrupa'da ortaya çıkan tıbbi bir yaklaşımdı. Kimyasal prensiplerin hastalıkların incelenmesi ve tedavisine uygulanabileceği ve kimyasal maddelerin insan vücudunun işleyişinde çok önemli bir rol oynadığı fikrine dayanıyordu. İatrokimyacı da bu alanla ilgilene insanlara verilen addır. lardan biridir. Libavius, 1597 de yayımladığı ve ilk gerçek kimya ders kitabı olarak nitelendirilen "ALCHEMİA COLLECTA (TOPLU ALŞİMİ)" 14. yüzyılın sonlarında Alman simyacı Johannes de Rupescissa tarafından yazılmış simya üzerine bir kitaptır. Kitap Latince yazılmıştır ve ortaçağdan kalma simya üzerine en önemli eserlerden biri olarak kabul edilir. de, zamanının tüm kimya kuramlarını oldukça yansız bir tutumla açıklamıştır. Yeni görüşleri, henüz yeterince denenmemiş oldukları için ne yadsımış ne de gözü kapalı benimsemiştir. Kitabında; Antik çağda Aristoteles ve öncüllerinin dört öğe (Toprak – Hava – Su – Ateş) kuramını, Cabir’in metallerin bileşimine ilişkin (Kükürt – Cıva) kuramını, Paracelsus’un üç öğe (Kükürt – Cıva – Tuz) kuramını aynı yansızlıkla sergilemiştir. Paracelsus’un öğretisine, – örneğin kimyanın tek amacının hastalıkların sağaltılması için ilaç üretmek gibi – bazı noktalarda karşı çıkan Libavius’un kimyaya yaklaşımı, çözümleme yöntemlerinin öne çıkarılmasına dayanır. Kimyagerin birincil amacı, bileşik maddeleri bileşenlerine ayırmak ve bunların pratikte kullanım yollarını bulmaktır.

Libavius, kimyanın bilimselleşme sürecinde hem yazdığı ders kitapları hem de yaptığı buluşlarla çok önemli katkıları olan bir bilgindir.

1579 da Brüksel’de doğan, Merode kontu "JOHANN BAPTİST VAN HELMONT" Johann Baptista van Helmont, 17. yüzyılda kimya ve tıbbın gelişimine önemli katkılarda bulunan Flaman kimyager, doktor ve filozoftu. Genellikle modern kimyanın kurucularından biri olarak kabul edilir. , iatrokimyanın kurucusu Paracelsus’un en önemli izleyicisidir. 1609 da tıpta yüksek lisans derecesini kazanarak Brüksel’de hekim ve doğa bilimci olarak çalışmaya başlamıştır. van Helmont, doğayı deneylerle inceleyen, dikkatli ve aklı başında bir bilim adamı olmasına karşın, kimi gizemci inançların etkisinden de tümüyle kurtulamamıştır. Örneğin; simyacıların metalleri dönüştüren “filozof taşı” ve evrensel çözücü “alkahest” kavramlarına inanmaktadır. Gene kökeni eskilere dayanan “kendiliğinden oluşum” görüşünün etkisiyle, kapalı bir kap içine konan un ve kirli çamaşırlardan bir süre sonra farelerin oluşacağını düşünmektedir! Maddenin korunum yasalarını deneysel yollarla araştıran bilgine göre, maddesel her varlığın iki temel nedeni vardır:

1) Materia: Tüm nesnelerin tözüdür. Herşey için “ondan başlanan”.
2) Causa efficiens: Gerçek birincil maya. Etker neden. Herşey için “tohum olarak başlanan

Birincil öğeler olarak, su ve havayı kabul etmiştir. Paracelsus’un Cıva, Kükürt ve Tuz öğeleri ikincil önemdedir. Ateş havadan, toprak sudan oluşur. Tüm tuzlar, killer ve elle tutulur cisimler suyun ürünüdür ve çeşitli kimyasal işlemlerle gene suya dönüştürülebilirler. 1620 de yayımladığı bir kitabında sindirimin kimyasını inceleyerek, bu sürecin bir mayalanma olayı olduğunu; sindirilen besinin asit niteliğinin, bazik özellik taşıyan safrayla nötürleştirilmesiyle oluştuğunu öngörmüştür. Paracelsus’un etkisiyle, tüm canlılık süreçlerini "ARCHEUS" Archeus, Ortaçağ tıbbında kullanılan bir terimdir. Canlılık, büyüme, onarım ve yenilenme süreçlerinden sorumlu olan bir gücü ifade eder. adı verilen sindirim ruhunun yönettiğini de kabul etmiştir. Bu süreçle ilgili araştırmaları arasında idrarın ayrıntılı olarak özelliklerinin belirlenmesi de sayılabilir.

Van Helmont’un kimyaya en büyük katkısı, ilk kez gazların özelliklerini ortaya koymasıdır. Böylece, XVIII.yy. da gelişecek olan hava kimyası araştırmalarının yolunu açmıştır. “Gaz” sözcüğünü, Yunanca “kaos”dan türeterek ilk kullanan Paracelsus’dur; ama “Bir kap içinde tutulamayan ya da tohumları önceden ortadan kaldırılmadıkça gözle görünür bir cisme indirgenemeyen, şimdiye kadar bilinmeyen ruha gaz adını verdim.” diyerek kimya diline sokan van Helmont’dur. Gazlarla buharlar arasındaki ayrımı – soğukta sıvı hale geçenleri buhar adıyla ayırarak – ortaya çıkaran bilgin; çok farklı gazlar olduğunu öne sürerek, havanın tek türden bir cisim olduğu düşüncesine de ilk kez karşı çıkmıştır. Döneminde farklı gazları karışımlarından ayırarak toplamak için elverişli deneysel düzenekler bulunmadığından; onları ancak gözlenebilir fiziksel özelliklerine dayanarak sınıflandırmıştır. Bu bağlamda çeşitli gazlara şu adları vermiştir: Yabanıl (ya da zaptedilmez) gaz; Rüzgarlı gaz (hava); Yağlı gaz; Kuru (ya da süblümleşen) gaz; Dumanlı (ya da bölgesel) gaz. Yabanıl adının verilmesine, bu gazı topladığı kabın bir süre sonra patlaması neden olmuştur.

Diğer yandan; kömürün yanmasıyla ortaya çıkan, mermer üzerine sirke gibi asitlerin etkisinden kaynaklanan, kimi maden suyu kaynakları ve maden ocaklarında rastlanan ve Napoli yakınlarındaki “köpek mağarası” içinde topraktan çıkan gazların aynı madde olduğunu da bulmuştur. “Gas carbonum” adını verdiği bu madde, bugünki adıyla "KARBONDİOKSİT"
Karbondioksit (CO2), Dünya atmosferinin doğal olarak oluşan bir bileşeni olan renksiz, kokusuz bir gazdır. Bir karbon atomu ve iki oksijen atomundan oluşur ve kimyasal formülü CO2'dir.
tir. Ancak; Gümüş üzerine aqua fortis (HNO3) etkisiyle açığa çıkan Azot dioksit ile Kükürdün yanmasından oluşan Kükürt dioksit gazlarını da bu sınıfa sokması, bir yanılgı olmuştur. Çinko ya da Demirin asitlerde çözünmesinden oluşan, bataklıklarda çıkan, organik maddelerin kuru damıtılmasından elde edilen ve yiyeceklerin vücutta bozunmasından doğanları; Yanıcı gaz ya da “Gas ventosum” adıyla ayırt etmiştir. Yanma sürecinde su, duman ve ateşin kaybolup geriye külün yani toprağın kaldığını, havaya karışanların ise “Gas Sylvestre” adlı bir ruh olduğunu öne sürmüş; ancak bu süreçte havanın tümünün değil, ancak bir kısmının harcandığını da saptayabilmiştir.

Önde gelen iatrokimyacıların sonuncusu olan Johann "RUDOLPH GLAUBER" 17. yüzyılda kimyanın gelişimine önemli katkılarda bulunan bir Alman simyacı ve kimyagerdi. En çok tuzlar üzerindeki çalışmaları ve "Glauber'in tuzu" olarak bilinen yeni bir tuz türünün keşfi ile tanınır. , Karlstad kentinde 1604 tarihinde doğmuştur. Paracelsus’un iatrokimyası ile ilgilenmesi bir rastlantı sonucudur. 1625 de tutulduğu tifüs hastalığından, Neustadt içmelerinin maden sularını içerek kurtulunca bu suyu incelemiş, içinde bulunan bazı kristallerin; vitriol (FeSO4), alum [Al2(SO4)3] ve kayatuzunun (NaCl) birlikte damıtılıp tuzruhu (HCl) elde edilmesinde, imbiğin içinde kalan kristallere çok benzediğini fark etmiştir. Böylece, "HARİKA TUZ" Sodyum Sülaft olarak da bilinir. Bazı ev temizlik ürünleri, cam yapımı, kimya endüstrisi, sabun ve deterjan yapımı, tekstil üretimi, deri işleme ve boya üretimi gibi sektörlerde kullanılır. olarak adlandırdığı ve sonraları kendi adıyla tanınan “Glauber tuzu”nu (Na2SO4.10H2O) bulmuş ve bunu ilaçlarda kullanmıştır.

Uzman bir metallürjist ve usta bir deneyci olan Glauber, çok sayıda kimyasal bileşik elde etmiştir.

XVII. yüzyıl, kimyanın öbür doğa araştırmaları içinde kimlik kazanma sürecinin başlangıcı sayılabilir. Madencilik, metalürji, ilaç yapımı gibi alanlarda kimya uygulamaları büyük oranda yer almaktaydı. Kuramsal kimya ise, “Doğa Felsefesi” adıyla da bilinen ve tüm doğa bilimlerini kapsayan “Physica” içindeydi. Aydınlanma döneminde mekanikçi dünya görüşlerinin etkisiyle artık gizemli reçetelerle Altın yapma hayalleri ortadan kalkarken, toplumlarda gelişmeye başlayan endüstrileşmenin gereksinimlerini karşılayacak yöntemlerin araştırılması öne çıkmaya başlamıştır. Bunun doğal sonucu olarak elde edilecek ürünün nitelik ve niceliğini belirleyecek tepkimelerin işleyişini anlama çabaları, deneyciliğin gelişmesine yol açmıştır.

İrlanda’da 25.I.1627 tarihinde doğan "ROBERT BOYLE" Robert Boyle, modern bilimin gelişimine önemli katkılarda bulunan İrlandalı bir doğa filozofu, kimyager ve fizikçiydi. En çok gazların özellikleri üzerine yaptığı çalışmalar ve bilimdeki deneysel yöntemi savunmasıyla tanınır. , on iki yaşında Avrupa’ya giderek Fransa, İsviçre ve İtalya’da eğitimini tamamladıktan sonra 1644 de yurduna dönmüş ve din bilim, felsefe, doğa bilimi alanlarında çalışmalarına başlamıştır. 1654 de Oxford kentine yerleşen Boyle, burada "WALLİS" 17. yüzyılda matematiğin gelişimine önemli katkılarda bulunan İngiliz bir matematikçiydi. En çok sonsuzluk, kalkülüs ve sayılar teorisi üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. , "WİLKİNS" John Wilkins, 17. yüzyılda bilim ve felsefenin gelişimine önemli katkılarda bulunan İngiliz bir din adamı, doğa filozofu ve dilbilimciydi. , "HOOKE" Robert Hooke, hem teorik hem de pratik açıdan yaptığı çalışmalarla bilimsel rönesansta büyük rol oynamış bir İngiliz hezârfen, doğa felsefecisi, mimar, mühendis, filozof ve bilim insanıdır. gibi seçkin bilim adamlarından oluşan bir çevrede çalışma olanağı bulmuştur. Yardımcısı olarak seçtiği Hooke ile, havanın ve başka gazların sıkışabilirlik, esneklik gibi özelliklerini deneylerle incelemiştir. Özellikle Almanya’da Magdeburg’lu Otto von Guericke’nin yaptığı deneyleri yeniden ele almışlar ve geliştirdiği hava boşaltma pompasını daha da yetkinleştirerek çeşitli fiziksel koşullarda gaz davranışlarının yasalarını araştırmışlardır. Boyle, hava pompasıyla yaptığı deneyler sonucunda, havanın bir tür “yay” özelliğinde olduğu görüşünü geliştirmiştir. Bu yaklaşıma göre, havanın bazı kısımları atmosferin üst katmanlarının basıncı ile “bükülebilir” ya da bir başka deyişle sıkıştırılabilir. Basınç kaldırıldığında sıkışmış hava eski boyutlarını alır. 1660 da yayımladığı ve söz konusu hava yayına ve etkilerine değinen Yeni "FİZİKOMEKANİK DENEYLER" Fizik ve mekanik deneyleri, bilimsel araştırma ve eğitimin önemli bir parçasıdır. Fiziksel dünyanın temel ilkelerini ve gerçek dünyadaki durumlara nasıl uygulandıklarını anlamamıza yardımcı olurlar adlı kitabında bu deneyler ve görüşler açıklanmaktadır. Örneğin, 17 numaralı deneyinde “makinasının baş meyvası” betimlenir. Cıva havuzuna baş aşağı batırılmış üst ucu kapalı cam borudaki cıvanın, havuz düzeyinden 76 cm yükseklikte durduğunu gösteren Torricelli deneyini inceleyen Boyle; cıva sütununu yukarıda tutan etkinin, havuz üzerindeki atmosferin basıncı olduğunu, bu basınç tümüyle kaldırılırsa borudaki cıva düzeyinin havuzdaki düzeye ineceğini öngörmüştür. Böylece, barometrik sıvıların aygıttaki yüksekliklerinin dış basınca bağlı olduğu deneysel olarak kanıtlanmıştır. [Belli miktardaki bir gazın, sıcaklık sabit tutulduğu zaman basıncının hacmi ile ters orantılı olduğunu belirten yasa; Anglosakson ülkelerinde Boyle’un, anakara Avrupa’sında Mariotte’un adıyla anılır: T=sabit ve n=sabit iken PV=sabit. Bu yasa ile ilk kez atmosferin kalınlığı hesapları yapılmıştır.]

Yazdığı 42 kitaptan 30 tanesi kimya ile ilgilidir. Bunların en ünlüsü, 1662 tarihinde yayımladığı "SCEPTİCAL CHYMİST (KUŞKULU KİMYACI)" The Sceptical Chymist, İngiliz kimyager ve doğa filozofu Robert Boyle tarafından yazılan ve 1661'de yayınlanan bir kitaptır. Kimya tarihindeki en etkili eserlerden biri olarak kabul edilir ve modern kimyanın temellerinin atılmasına yardımcı olur. dır. Çağdaş anlamda bir analizci olan Boyle yalnız simyacılara değil, iatrokimya yandaşlarına da karşıdır. Kimyayı, yararlı ilaçlar ya da değerli metaller üretimiyle uğraşan görgül bir sanat değil, doğa felsefesinin yani bilimin bir üyesi olarak görmektedir. “Ben kimyacıları hekimler için ilaçlar hazırlayan ya da metalleri altına dönüştürmeye kalkan kişiler olarak düşünmüyorum. Kimyacıların tüm çabaları, deney ve gözlem yapmak ve deneylerle sınanmamış hiçbir kuramı önceden kabul etmemek olmalıdır” diye yazmaktadır.

"FRANCİS BACON" Francis Bacon, 1561'den 1626'ya kadar yaşayan bir İngiliz filozof, devlet adamı ve bilim adamıydı. Modern bilimsel yöntemin kurucularından biri olarak kabul edilir ve doğa felsefesinin gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. ve "RÉNE DESCARTES" 1596'dan 1650'ye kadar yaşayan Fransız bir filozof, matematikçi ve bilim adamıydı. Genellikle modern felsefenin babası olarak adlandırılır ve hem felsefeye hem de matematiğe katkılarıyla bilinir. in etkileriyle, mekanist görüşleri savunarak canlıcı "(ANİMİST)"
Animist, canlıların ve cansız nesnelerin her birinin bir canlılık ya da ruhla donatıldığı inancına sahip olan kişidir.
ve dirimselci "(VİTALİST)" yaklaşımlara şiddetle karşı çıkar. Deneye birincil önem vermekle birlikte, önyargı taşımayan kurgulamaları da göz ardı etmemiştir. Tüm varlıkların üç dört öğe ya da ilkeden oluştukları savına karşıdır. “Doğanın şifreli büyük kitabını üç dört harfle yazdığını düşünmek, tümünü bunlarla çözebilmek demektir ki, bu da olanaksızdır” demektedir. Dolayısıyla, örneğin kanın safra, tuz, ruh, yağ ve topraktan; Altının ise tuz, Kükürt ve Cıvadan oluştuğunu düşünmek yanlıştır.

"ORİGİN OF FORMS AND QUALİTİES" Formların ve niteliklerin kökeni, dünyada gözlemlediğimiz çeşitli form ve niteliklerin nasıl ortaya çıktığı veya ortaya çıktığı felsefi sorusunu ifade eder. Bu soru yüzyıllardır filozoflar arasında tartışma konusu olmuştur. (BİÇİM VE NİTELİKLERİN KÖKENİ) adlı yapıtında, maddenin atomlu yapısına ilişkin görüşleri yer alır. Sıvılardaki atomlar oldukça hareketli oldukları halde, katılardakiler durgun durumdadırlar. Descartes, nesnelerin katılığının tek nedenini eylemsizliğe bağladığı halde, Boyle bu durumu atomların biçimleri ve birbirlerine bağlanışları ile açıklamıştır.

Isı ile ilgili çalışmalarında, ısının, bir maddenin parçalarının hızlı uyarılması olduğunu öngörmüştür. Ateşin ısıtılan tüm nesneleri öğelerine ayrıştırdığı görüşüne karşıdır. Örneğin, tuz ve topraktan oluştuğu düşünülen camı bu öğelerine ayıramamaktadır. Odun, doğrudan yakılırsa kül ve duman verir. Ancak; damıtmayla dolaylı olarak ısıtılırsa yağlar, ruhlar, sirke, su ve kömür ortaya çıkar. Kükürt, açıkta yakılınca asit çözeltisi yapan dumanlar çıkarırken, kapalı kapta ısıtılınca süblümleşmektedir.

Boyle, kimyada karışım ve bileşim kavramlarını da dikkatle ayırt etmiştir. Karışımı oluşturanların kendi özelliklerini koruduklarını, bileşiğin bileşenlerinin tüm niteliklerinin değiştiğini saptamıştır. Önceleri “Görünmez Kolej”in daha sonra 31.XII.1691 de ölümüne kadar “Krallık Derneği”nin üyeliğini yapan Robert Boyle, kimyanın deneye dayanan bir bilim olması için en etkili çalışmaları yapan bilginlerden biridir.

XVIII. yüzyıl kimyasının büyük ilgi alanı, metallerin kalsinasyonu (yüksek sıcaklıklara çıkararak metallerin oksitlenmesi) ile ateş ruhlarının işlevlerini yerine getiren yanma ve patlama olaylarıdır. Esasen, yanma ve patlamayla ilgili bilgiler, metallerin cevherlerinden elde edilmelerinde ne gibi değişiklikler olduğunu anlamamızı da kolaylaştırır. Isının cisimlere etkisiyle ilkçağdan beri alşimistler de yakından ilgilenmişlerdir. Altın ve Gümüş dışında, açık potalarda ısıtılan bütün metaller, oksitlenerek bir cüruf bırakırlar. Genellikle bir ayrım yapmadan hepsine “Calx” (Lat: kireç) adı verilen bu cürufların (metal oksitlerin), metallerinden farklı ağırlıkta oldukları daha XVI.yy.da saptanmıştı. Bu kimyasal değişim, çeşitli görüşlerle açıklanmaktaydı: Örneğin, kalsinasyon (genellikle cevherlerin bozundurma amacıyla ısıtılmaları) işleminde bir tür ruhun metalden kaçtığı; ateşten bir tür asit soğurulduğu; maddenin yoğunluğunun arttığı; ateşin ağırlık ürettiği ve bu ağırlığın metal tarafından soğurularak calx oluşturduğu öne sürülen görüşlerden bazılarıdır.

Boyle’un ardıllarından Alman simyacı "JOHANN JOACHİM BECHER (1635-1682)" Johann Joachim Becher, 1635'ten 1682'ye kadar yaşayan bir Alman doktor, simyacı ve filozoftu. Kimya alanındaki çalışmaları, özellikle de flogiston teorisine katkılarıyla tanınır. Ayrıca Becher, tüm maddelerin üç temel maddeden veya "ilkeden" oluştuğuna inanıyordu: cıva, kükürt ve tuz. , tüm minerallerin üç gerçek-dört öğe ya da üç öğe gibi düşünsel olmayan-topraktan oluştuğunu düşünmektedir. Ona göre bir cismin yanmasına neden olan şey, içerdiği etkin "YANABİLİRLİK İLKESİ" Yanabilirlik ilkesi, bir malzemenin ateşle temas ettiğinde yanma veya tutuşma eğilimini tanımlayan bir kavramdır. dir. 1669 da bu ilkeye “Terra Pinguis” (Yanıcı ya da yağlı toprak) adını vermiştir. Becher’e göre yanan her cisim, gizil olarak yanabilirlik ilkesi taşır ve yanma sürecinde bu madde uçup gider.

(1660-1734) arasında yaşamış olan Alman kimya ve tıp bilgini "GEORG ERNST STAHL" Georg Ernst Stahl, kimya alanındaki çalışmaları, özellikle de flogiston teorisini geliştirmesiyle tanınan bir Alman doktor, kimyager ve filozoftu. , Becher’in düşüncesini geliştirerek evrensel yanabilirlik ilkesini ya da tözünü, "FİLOGİSTON" olarak adlandırmıştır. Sözcük, Yunanca Phlogos (alev)’den türetilmiştir. Filogiston, ateş maddesi ve ilkesi olup, ateşin kendisi değildir. Kurama göre metaller ve fosfor gibi başka elementler kalsinlendikleri zaman filogiston yitirirler. Tersine, calx metale indirgendiğinde filogiston alır. Bu yaklaşım, metal oksitleri element sayarken, metalleri calx ile filogistondan oluşan bileşikler kabul etmektedir. Yanmayı bir çevrimle açıklayan bilgin şu örneği vermektedir: Kükürt yandığında uçucu bir asit oluşur. Bu asitin tuzları kömür tozuyla ısıtılırsa gene kükürt elde edilir. Çevrimde filogiston, kömürle aynı davranışı göstermektedir. Filogiston, bir tek töze karşılık olmamıştır. Kömür, ısı ya da ışık olabilir. Ağırlık oranlarının gözardı edilmesiyle gelişen bu kavram, "LEİBNİZ" de “vis est substantia” (kuvvet tözdür) önermesiyle özdeşleşmiştir. "IMMANUEL KANT" Immanuel Kant, Batı felsefesi tarihinin en etkili figürlerinden biri olarak kabul edilen bir Alman filozoftu. Özellikle epistemoloji, etik ve metafiziğe yaptığı katkılarla tanınır. ise Saf Aklın Eleştirisi adlı kitabında “Filogiston kuramı doğa bilimcilere bir ışık gibiydi.” diye yazmaktadır. Beri yandan, bu kuram, içeriğinde “negatif ağırlık” gibi metafizik nitelikler taşıdığı için Newton tarafından benimsenmemiştir.

Dinbilimci, eğitimci, deneysel kimyacı ve özgürlük savaşçısı olarak çağında haklı bir ün kazanan "JOSEPH PRİESTLEY" Joseph Priestley, İngiliz din adamı, doğa filozofu, kimyager, eğitimci ve siyaset teorisyeniydi. En çok, oksijen de dahil olmak üzere birçok önemli gazı keşfetmesinin yanı sıra, farklı gazların özellikleri ve atmosferin bileşimi üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. , Benjamin Franklin tarafından önerilen yöntemle açıklamaktadır. Bir birahanenin yakınında oturduğu için bira fıçıları üzerinde biriken sabit havayı (karbon dioksit) basınç altında bira içinde çözündürmeye çalışmış, bu alandaki uğraşısı daha sonra su içinde karbon dioksiti basınçla çözündürerek elde ettiği “Sodalı su” adlı içeceğin kısa sürede tüm Avrupa’ya yayılmasına yol açmıştır.

Bir soylunun yanında kütüphaneci unvanı ile altı yıl kalan Priestley’in bu sürede tamamladığı 20 kitap içinde en çok yankı uyandıranı, gazlar üzerine en önemli çalışmalarının sonuçlarını toplayan "EXPERİMENTS AND OBSERVATİONS ON DİFFERENT KİNDS OF AİR" “Experiments and Observations on Different Kinds of Air”, Joseph Priestley tarafından yazılan ve 1774'te yayınlanan bir kitaptır. Kitap, Priestley'nin oksijen, karbondioksit ve azot dahil olmak üzere çeşitli gazların özellikleri üzerine yaptığı deneyleri detaylandırıyor. (HAVANIN FARKLI TÜRLERİ ÜZERİNE GÖZLEM VE DENEYLER) adlı üç ciltlik yapıttır. Notlarında, “Çok sayıda hayvanın solumasıyla sürekli yaralanan atmosfer, sebze üretimiyle bir parça onarılabilir.” diye yazmaktadır.

Kimyaya en önemli katkısı sayılan Oksijen gazını ilk kez elde edişi, 1774 tarihinde yaptığı bir deneyin sonucudur.

“Kimyaya en önemli katkısı sayılan "OKSİJEN" gazını ilk kez elde edişi,1774 tarihinde yaptığı bir deneyin sonucudur. Çeşitli kimyasal maddelerden havayı ayırmak için yaptığı deneylerden birinde, içine kırmızı çökelek adıyla bilinen (HgO) "CIVA II OKSİT" koyduğu ve dev büyüteçlerle ısıttığı kaplarda bu maddeden bir tür havanın (gazın) kolayca ayrıldığını gözlemiştir. Bu hava suda pek fazla çözünmemekte, kendisi yanmadığı halde, içine konan bir mumun alışılmadık şiddette yanmasına neden olmaktadır. "FİLOGİSTON KURAMI" na bağlı olan bilgin, çeşitli maddelerin normal havada orta alevle yanarken bu gaz içinde şiddetle yanmasını hiç filogiston taşımadığı ile yorumlayarak, elde ettiği gaza “Filogistonsuz hava” adını vermiştir. İçinde bu gaz bulunan bir farenin, kapta normal hava olduğundan iki kat uzun süre yaşadığını saptayınca, denemeyi kendi üzerinde yapma cesaretini de göstermiştir. “Buharı solumayı kestikten bir süre sonraya kadar, göğüste garip bir hafiflik ve rahatlığın sürdüğünü” yazarak, tıpta kullanım yollarının aranmasını öğütlemektedir. Hayvanların parlak kırmızı renkli kanlarını basıncı düşürülmüş kaplarda çalkalayınca renklerinin koyulaşarak toplardamarlardaki kana benzediğini, sonra bunların havayla çalkalanınca gene parlak kırmızıya döndüğünü saptamıştır.

Aynı yılın sonbaharında "PARİS" e giden bilgin, burada ününe layık bir ilgiyle karşılanmıştır, "LAVOİSİER" ile görüşmeleri kimya tarihinde önemli bir olay sayılır.

Bir çok dedikoduyla bulanmış olan buluşmada "PRİESTLEY" in "KIRMIZI ÇÖKELEK" le yaptığı deneyi ve bulduğu gazı anlattığı, buna karşı Lavoisier’in iki yıl önce "BİLİMLER AKADEMİSİ" ne mühürlü bir zarf içinde verdiği çalışmasının içeriğinden söz ettiği söylenmektedir. Fransız bilgin bu araştırmasında; "KALAY" ve "KURŞUN" un "KALSİNLENMESİ" nde, "KÜKÜRT" le "FOSFOR" un yakılmasında ağırlıkların arttığını, "LİTARJ" ın (PbO) (Kurşun oksit) ısıtılmasında ise çok fazla hava salındığını saptamıştı. Günümüzde bilim tarihçileri, "OKSİJEN" i ilk kez bulan bilginin "PRİESTLEY" olduğunu kabul ederler.

Priestley, 1780 yılında Birmingham kentinde Yeni Birlik Cemaati rahipliğine atanmış, burada "JAMES WATT" , "JOSİAH WEDGWOOD" , "JAMES KEİR" , "MATTHEW BOULTON" gibi bilim adamlarıyla yakın ilişki kurarak kentte canlı bir bilim çevresinin oluşumunu sağlamıştır. "FRANSIZ DEVRİMİ" nin ve "AMERİKAN BAĞIMSIZLIK HAREKETİ" nin etkisiyle geliştirdiği özgür düşüncelerini sergilediği, gerek politika gerekse dinbilim konularında ardı arkası kesilmeden yayımladığı kitapçıklar; hem resmi kuruluşların hem de "ANGLİKAN KİLİSESİ" nin şimşeklerini kısa sürede üzerine çekmiştir. Bu kurumların bilginden bir tür öç alma istekleri öylesine kamçılanmıştır ki, "BİRMİNGHAM" da örgütleyip kışkırttıkları büyük bir kitle, "BASTİLLE KALESİ" nin zaptını kutlamak amacıyla 14 Temmuz 1791 de toplanan bir yemekte bulunduğu gerekçesiyle ayrılıkçı kiliseleri ve papaz evlerini üç gün yakmış, yıkmış ve yağmalamıştır. Gerçekte, söz konusu yemekte bulunmadığı halde, "PRİESTLEY" in evi ve laboratuvarı talan edilen yerlerin başında gelmektedir. Çığırından çıkmış bu ortamda barınma olanağı kalmadığı için "LONDRA" ya kaçan bilgin, burada da benzer baskılarla karşılaşınca 1794 yılında "AMERİKA" ya göçmüş ve yaşamının son on yılını bu ülkede geçirerek 1804 de "PENNSYLVANİA" da ölmüştür.

1731 tarihinde Fransa’nın Nice kentinde doğan "HENRY CAVENDİSH" , "3. DEVONSHİRE" dükünün oğlu olmasına karşın, soyluların çevresinden uzak kalarak tüm yaşamını bilimsel çalışmalarına adamıştır. "CAMBRİDGE" ve "PARİS ÜNİVERSİTELERİ" nde bir süre okuduktan sonra "LONDRA" ya yerleşen ve evinde kurduğu laboratuvarda çalışmalarını sürdüren bilginin kimya konusunda 1776 da yayımladığı ilk kitabı, "DÜZMECE HAVALAR ÜZERİNE" adındadır. Üç kısımdan oluşan kitabın girişinde, “Düzmece Havalar deyimi ile, genellikle diğer nesneler içinde esnek olmayan halde bulunan ve kimya sanatı ile üretilebilen herhangi bir tür havayı kasdediyorum.” demekte ve örnek olarak Black’in sabit havasını "(KARBON DİOKSİTİ)" vermektedir.

Kitapta sabit hava ile yaptığı deneylerin bazıları şunlardır: Kapalı bir kabın içinde yanan mum, oluşan sabit havanın tüm hacime oranı 1/9 olunca söner. Su, laboratuvar sıcaklığında kendi hacminden fazla sabit hava soğurur. Soğuk suda soğurma daha çoktur. Şarap ruhu "(ETANOL)" ise, kendi hacminin 2,25 katı kadar bu gazı soğurur. "KİREÇTAŞI" , "MERMER" ve "İNCİ KÜLÜ" (K2CO3) (Potasyum karbonat) üzerine asit etkisiyle sabit hava elde ettiği gibi; çürüme ve mayalanma süreçlerinde de bu gazın ortaya çıktığını saptamıştır. Ayrıca "ÇİNKO" , "KALAY" DEMİR ve "" üzerine seyreltik "SÜLFÜRİK" ve "HİDROKLORİK ASİTLER" in etkisiyle elde ettiği – günümüzde "HİDROJEN" olarak bilinen – gaza “Tutuşkan hava” adını vermiştir. "FİLOGİSTON KURAMI" na inandığı için metale asit etkisini
Calx + f + Asit ® Calx + Asit + f
Metal, tuz, "TUTUŞKAN HAVA" tepkimesiyle açıklamaktadır. Tepkimede tutuşkan hava, filogistonun simgesi f (Yunanca fi harfi) ile gösterilmektedir. Tutuşkan havanın "ASİT" ten değil metalden kaynaklandığını düşündüğü için “Asitlerin etkisiyle metallerdeki filogiston – doğası değişmeden – uçar ve tutuşkan havayı oluşturur.” görüşündedir.

Metallere sıcak, "DERİŞİK SÜLFÜRİK" ve "NİTRİK ASİTLER" in etkisiyle çıkan "KÜKÜRT" lü buharlar (SO2) "(KÜKÜRT DİOKSİT)" ile kırmızı buharların (NO2) (Azot dioksit), bu asitlerle "FİLOGİSTON" un yaptığı bileşikler olduğunu öne sürmüştür. Bir başka deneyinin sonucunda tuzruhu (HCl) içinde "BAKIR" telin ısıtılmasıyla “…önemli bir ısı değişikliği olmadan suyun şiddetle püskürüp şişeyi tümüyle doldurduğu”nu ve asitten oluşan buharların “…suyla karşılaştıklarında esnekliklerini tümüyle yitirdiklerini” yazmaktadır.

"CAVENDİSH" in, "TUTUŞKAN HAVA" (H2) ve "FİLOGİSTON" suz hava (O2) ile su elde etme çalışmaları, "PRİESTLEY" in uğraşılarının devamı sayılabilir. İlk deneylerinde, kapalı bir kap içinde bu iki gazın karışımı patlatıldığında, sistemin ağırlığında bir değişiklik olmadığını saptamıştır. "HAVA ÜZERİNE DENEYLER" adlı anılarında suyun bireşimiyle ilgili deneylerini anlatmaktadır:

"TUTUŞKAN HAVA" ile normal hava uygun oranlarda karıştırılıp patlatıldığında; tutuşkan havanın tümü, normal havanın ise yaklaşık 1/5 kadarı esnekliklerini yitirerek kabın iç çeperinde nem olarak yoğunlaşmışlardır. Bu nemin doğasını daha iyi anlamak için, havalar birlikte yakılmış, yanık hava 8ft ( 2,5m) boyunda bir cam borudan geçirilmiştir. Deney sonunda; kokusu ve tadı olmayan, buharlaştırıldığında geride artık bırakmayan, hemen hemen arı 135 "GRAİN" (8,75g) su yoğunlaşmıştır.”

Daha sonra 37000 grain (2400g) tutuşkan ve "FİLOGİSTON" suz havalar karışımından elektrik kıvılcımı geçirerek 19500 grain (1264g) su elde etmiştir. Bu araştırmalarından 1766 da şu sonuca ulaşmıştır:

“Sanırım ki, filogistonsuz hava aslında filogistonsuz sudan ibarettir. Bir başka deyişle filogistonsuz hava filogistonla birleşince su yapar. Tutuşkan hava ise arı filogiston olmalıdır.” Böylece 1784 de ilk kez hacimsel bileşimini bularak, suyun element değil, bir bileşik olduğunu ortaya çıkarmıştır. Gizli ve özgül ısılar üzerine "" BLACK’İN DENEYLERİ ve kuramlarına dayanan deneyler yapan bilgin-aslında filogiston kuramının yandaşı olduğu halde-eski maddesel yapısı görüşüne karşı çıkarak, ısının bir cismin parçacıklarının iç hareketleri olduğunu öne sürmüştür. Yayımlamadığı araştırmaları arasında elektrikle ilgili olanlar da oldukça önemlidir. Örneğin; "TUZ ÇÖZELTİLERİ" nin iletkenliklerini ilk kez ölçmüş, özgül "İNDÜKTİF" kapasiteyi bulmuş, "ELEKTRİK NİCELİĞİ İLE YEĞİNLİĞİ" arasındaki ayrımı belirlemiştir.

1810 da ölen bilginin anısına saygı olarak, "CAMBRİDGE ÜNİVERSİTESİ" nin büyük bir laboratuvarına adı verilmiştir.

18. yüzyıl kimyasının belirleyici niteliği olan filogiston kimyasının önde gelen temsilcilerinden "CARL WİLHELM SCHEELE" , "İSVEÇ" in "STRALSUND" kentinde 1742 yılında doğmuştur. İyi bir ilkokul eğitiminden sonra, on beş yaşında eczacı çırağı olarak çalışmaya başlaması, bulabildiği kimya kitaplarını okumasına ve kimi deneyler yapabilmesine olanak sağlamıştır. 1768 de "STOCKHOLM" e giderek nicel çözümleme yöntemlerini bulan kimyacı "TOBERN OLAF BERGMAN" ın bir yardımcısıyla karşılaşmış ve onun desteği ile iki yıl sonra "" UPPSALA’da çalışma olanağı bulunca, ünlü bilginle de tanışabilmiştir. Bergman, genç eczacıya "PİROLUSİT" adındaki "MANGAN MİNERALİ" ni araştırmasını öğütlemiş ve tüm gücü ile onu destekleyerek çalışmalarının bilim çevrelerinde tanınması için uğraşmıştır. Sonunda "SCHEELE" , 1775 de "İSVEÇ KRALLIK AKADEMİSİ" ne üye seçilen tek eczacı çırağı olarak onurlandırılmıştır. "ALMANYA" ve "İNGİLTERE" den gelen çağrıları geri çeviren Scheele, bir süre sonra küçük bir kasaba olan KÖPİNG’e yerleşerek bir eczanenin kalfalığını kabul etmiş ve yaşamının sonuna kadar burada kalmıştır. Varsıl olmak için uğraşmaya hiçbir eğilim göstermeyen bilginin yaşamdaki tek hedefi, doğanın henüz açığa çıkmamış gerçeklerinin araştırılması olmuştur.

Scheele’nin kimya kuramına yaklaşımı tutucu sayılabilir. Ancak, şaşılacak derecede gözlem yeteneğine sahiptir ve el attığı her araştırmadan bir buluş yapacak kadar beceriklidir. Yanma olayları üzerine oldukça kapsamlı deneylerini ve yorumlarını içeren, hatta "PRİESTLEY" den en az bir yıl önce (1773) de bulduğu "OKSİJEN" i de betimlediği, "CHEMİSCHE ABHANDLUNG VON DER LUFT UND DEM FEUER" (Hava ve Ateş Üzerine Kimyasal İncelemeler) adlı yapıtı, yayınevinin işini savsaklamasından dolayı ancak dört yıl sonra yayımlandığı için, bilim tarihçileri bu elementi bulma onurunu Priestley’e verirler. Yıllar sonra, özgün laboratuvar notları incelenince "SCHEELE" nin buluştaki önceliği anlaşılabilmiştir.

Havayla yaptığı ilk deneylerinde, "TUTUŞKAN MADDE" adını verdiği filogistonu bol olan çeşitli sıvı ve katılar üzerinde tutulan havadaki hacim azalmalarını ele almıştır. Bunlar arasında "KÜKÜRT KARACİĞERİ" (K2S2O3+K4S3) ( "POTASYUM TİYOSÜLFAT" ve "POTASYUM POLİSÜLFÜR" karışımı), "BEZİRYAĞI" , içinde "KÜKÜRT" çözünmüş "KİREÇ SÜTÜ" [S+Ca(OH2)], suyla nemlendirilmiş "DEMİR YONGALARI" vardır. Bu maddeler, kapalı kaplar içinde tutulduklarında, birkaç gün içinde üzerlerindeki havanın yaklaşık dörtte birini soğurmaktadırlar. Geriye kalan gazda tutuşkan madde bulunmamaktadır. Bu gaz, adi havayla "FİLOGİSTON" un birleşmesi ve sıkışmasından oluşmuşsa – filogiston eksi ağırlıklı sayıldığı için – adi havadan daha yoğun olması gerekirken, deneyler tam tersini göstermektedir ve adi havanın farklı iki bileşenden oluştuğu gözlenmektedir. Bileşenlerden nicelikçe çok olanı filogistonu çekerken öbürünün böyle bir özelliği yoktur. Scheele filogistonu çeken bileşene “kirli hava” öbürüne “ateş havası” adlarını vermiştir. Bu gazlar daha sonra sırayla "AZOT" ve "OKSİJEN" olarak adlandırılacaktır.

Deneylerinden birinde, su üzerinde baş aşağı çevrilmiş bir "CAM BALON" içinde adi hava ile tutuşkan madde dediği "HİDROJEN" i yakınca su, balonun dörtte birini doldurmuş ve "ALEV" sönmüştür. Sıcak su kullandığı için cam balon da ısınmış olduğundan, tepkime ürünü olan su buharı kabın çeperlerinde yoğunlaşmadığı için bunu camdan kaçan ısı olarak nitelemiş,
Isı ® Ateş havası + f denklemiyle göstermiştir. Bu görüşle, çeşitli yöntemlerle ısıyı bozundurarak ateş havasını serbest bırakmaya ve bu yolla bir mumu parlak alevle yakmaya çalışmıştır. İlk deneylerinde, bileşenleri ateş havası (O2) ve "FİLOGİSTON" (H2) olan ısıyı bozundurmak için, filogistonu çekme eğilimi ateş havasınınkinden daha fazla olan bir madde vermek gerektiğini düşünerek, bu amaçla metalleri kolayca etkileyip filogistonlarını çıkaran ve kırmızı dumanlar salan "NİTRİK ASİT" i (HNO3) seçmiştir. Nitrik asit yakıcı potasla (KOH) "(POTASYUM HİDROKSİT)" sabitleştirilmiş, oluşan nitre (KNO3) "(POTASYUM NİTRAT)" bir "İMBİK" te "VİTRİOL YAĞI" (H2SO4) "(SÜLFÜRİK ASİT)" ile yüksek sıcaklıkta damıtılarak yeniden nitrik asit elde edilmiştir.
HNO3 + KOH ® KNO3 + H2O
KNO3 + H2SO4 ® KHSO4 + HNO3
Damıtmada çıkan kırmızı dumanlar, imbiğin boğazına takılmış bir torbada bulunan KİREÇ SÜTÜyle tutulurken, torbayı dolduran renksiz bir havanın içine sokulan bir mumun, parlak bir alevle yandığı saptanmıştır.
2HNO3 ® 2NO2 + H2O + (1/2)O2
2NO2 + Ca(OH)2 ® Ca(NO2)2 + H2O + (1/2)O2
Bu renksiz gaz, ateş havası yani OKSİJENdir.
Çeşitli alanlardaki sayısız buluşlarını ölümüne kadar sürdüren "SCHEELE" nin kimyaya belli başlı katkıları şöyle özetlenebilir:

"KEMİK KÜLÜ" nden "FOSFOR" u (P) bulmuş, Fosfora "SÜLFÜRİK ASİT" etkisiyle "FOSFORİK ASİT" i (H3PO4) elde etmiştir. "FLORSPAR MİNERALİ" nden "SİLİSLİ MİNERALLER" in kimyasal "NİCEL ÇÖZÜMLEME" sinde çok kullanılan "HİDROFLUORİK ASİTİ" (HF) ve bu "ASİT" le işlem sonunda açığa çıkan, Silisyumun uçucu bileşiği "SİLİSYUM TETRAFLORÜR" ü (SiF4) elde etmiştir. "KARA MANGANEZi MURİATİK ASİT" (HCl) ( "HİDROKLORİK ASİT" ) ile tepkimeye sokarak, "FİLOGİSTONSUZ MURİATİK ASİT" adını verdiği "KLOR GAZI" nı (Cl2) bulmuş, çeşitli "MANGANEZ" ve "BARYUM" bileşiklerini belirlemiş, "SCHEELE YEŞİLİ" ya da İsveç yeşili adı verilen "BAKIR ARSENİT" (CuHAsO3) "PİGMENT" inin bireşimini yapmıştır.

"ANORGANİK ASİTLER" den, "ARSENİK ASİT" (H3AsO4), "TUNGSTİK ASİT" (H2WO4) ve "MOLİBDİK ASİT" in (H2MoO4); "ORGANİK ASİTLER" den ise "TARTARİK ASİT" (C4H6O6), "OKSALİK ASİT" (C2H2O4), "LAKTİK ASİT" (C3H6O3), "MÜSİK ASİT" (C6H10O8), "ÜRİK ASİT" (C5H4N4O3), "SİTRİK ASİT" (C8H8O7), "MALEİK ASİT" (C4H4O4) ve "GALLİK ASİDİ" n (C7H6O3) ilk kez bireşimlerini başarmıştır. Doğada fiziksel özellikleri çok benzeyen "GRAFİT" le (C), "MOLİBDENİT" (MoS2) (MOLİBDEN SÜLFÜR) mineralinin farklı oluşumlar olduğunu saptamıştır. Bilim ortamından uzakta, yetersiz donanımla, tek başına olağanüstü buluşları gerçekleştiren "SCHEELE" , en verimli çağında iken 1786 tarihinde 44 yaşında ölmüştür.

MODERN KİMYA

Kimyanın tarih boyunca geçirdiği "METAFİZİK" ve gizemli niteliklerle dokunmuş çeşitli dönemlerinin sonunda gerçek bilimsel niteliğine kavuşması, 18. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan ünlü Fransız bilgini "ANTOİNE LAURENT LAVOİSİER" ile başlamıştır.

1743 tarihinde Paris’te doğan Lavoisier, varsıl bir parlamento avukatının tek çocuğudur. Kuvvetli bir eğitim aldığı "MAZARİN KOLEJİ" nde matematik ve astronomiyle yakından ilgilenmişse de, babasının izinden giderek yüksek öğrenimini hukukla tamamlamıştır. Doğa bilimlerine ilgisini, özel derslerle sürdürerek, "GUİLLAUME FRANÇOİS ROUELLE" den kimya, "BERNARD DE JUSSİEU" den botanik, "GUTTARD" dan mineraloji öğrenmiş; özellikle "PARİS" bölgesi alçı taşlarının çözümlemesiyle ilgili çalışmalarını 1765 yılında yayımlayarak kimya alanındaki ilk yapıtını vermiştir. Bir yıl sonra , "BİLİMLER AKADEMİSİ" nin düzenlediği “Büyük bir kenti aydınlatmak için kullanılacak araçlar” adlı yarışmaya katılmış ve en iyi çözümü önerdiği için altın madalya ile ödüllendirilmiştir.

ATOM MODELLERİ

Bugün bildiğimiz atom bilgisi, teorik ve deneysel konularda yıllardır sürekli yapılan çalışmaların bütünüdür. Çalışmalar sonucunda atomun varlıgıı kesin bilgi hâlini aldıktan sonra, onları daha yakından tanımak, özellikleri ile ilgili araştırma ve incelemeler yapmak için modeller tasarlanmaya başlanmıştır. Model, bir konu ya da olayın anlaşılmasını kolaylaştırmak amacıyla tasarlanır, ancak olayın gerçek niteliğini belirtmez.

Atom modelleri; ilim adamları tarafından hayal edilmiş tablolardan ibarettir. Bunlar atomu doğrudan doğruya gözlemleyerek yapılan taslaklar değildir. En sade atom modelinde atomlar, içi dolu esnek küre olarak kabull edilir. Şimdi atom modellerini inceleyelim.

"SABİT ORANLAR KANUNU" ve "KATLI ORANLAR KANUNU" olarak gördüğümüz bileşiklerdeki kütlesel ilişkilere bakarak 1803 yılında "JOHN DALTON" , maddelerin çok çok küçük yapı taşlarının topluluğu halinde bulunduğu, fikrini ileri sürdü.

"DALTON ATOM TEORİSİ" olarak ortaya konulan temel özellikler şunlardır:
1. Maddelerin özelliklerini gösteren birim parçacıklar "ATOM" lar veya "ATOM GRUPLARI" dır.
2. Aynı cins elementlerin atomları birbirleriyle tamamen aynıdır.
3. Atomlar içi dolu kürelerdir.
4. Farklı cins atomlar farklı kütlelidir.
5. Maddenin en küçük yapıtaşı atomdur. Atomlar parçalanamaz.
6. Atomlar belli sayılarda birleşerek molekülleri oluştururlar.
Örneğin, 1 atom X ile l atom Y’den XY, l atom X ile 2 atom Y den XY2 bileşiği oluşur. Oluşan bileşikler ise standart özellikteki moleküller topluluğudur.

Atomla ilgili günümüzdeki bilgiler dikkate alındığında "DALTON ATOM MODELİ" ndeki eksikliklere ek olarak üç önemli yanlış hemen fark edilir.
1. Atomlar, içi dolu küreler değildir. Boşluklu yapıdadırlar.
2. Aynı cins elementlerin atomları tam olarak aynı değildir. Kütleleri farklı "(İZOTOP)" olanları vardır.
3. Maddelerin en küçük parçasının atom olduğu ve atomların parçalanamaz olduğu doğru değildir. "RADYOAKTİF OLAYLAR" da atomlar parçalanarak daha farklı kimyasal özellikte başka atomlara ayrışabilir; "PROTON" , "NÖTRON" , "ELEKTRON" gibi parçacıklar saçabilirler.

Thomson Atom Modeli :

THOMSON ATOM MODELİ (1902), üzümlü kek şeklindeki "ATOM MODELİ" ; "THOMSON" , "ATOM ALTI PARÇACIKLAR" üzerinde çalışmalar yaparken icat ettiği "KATOT TÜPÜ" yardımıyla 1887 yılında "ELEKTRON" u keşfinden sonra kendi atom modelini ortaya attı. Thomson’a göre Atom dışı tamamen pozitif yüklü bir küre olup ve negatif yüklü olan elektronlar ise kek içerisindeki gömülü üzümler gibi bu küre içerisine gömülmüş hâldedir.

"DALTON ATOM MODELİ" nde (-) yüklü elektronlardan ve (+) yüklü protonlardan söz edilmemişti. Yapılan deneyler yardımıyla, katot ışınlarından elektronun, kanal ışınlarından protonun varlığı ortaya konulmuştu. Bu bilgiler ışığında "THOMSON" un atomla İlgili fikirlerini aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz.

1. "PROTON" lar ve "NÖTRON" lar yüklü parçacıklardır. Bunlar yük bakımından eşit, işaretçe zıttırlar. Proton + 1 birim yüke; elektron ise -1 birim yüke eşittir.
2. Nötr bir atomda proton sayısı elektron sayısına eşit olduğundan yükler toplamı sıfırdır.
3. Atom yarıçapı 10-8 cm olan bir küre şeklindedir. Söz konusu küre içerisinde proton ve "ELEKTRON" lar atomda rast gele yerlerde bulunurlar. Elektronun küre içindeki dağılımı üzümün kek içindeki dağılımına benzer.
4. Elektronların kütlesi ihmal edilebilecek kadar küçüktür. Bu nedenle atomun ağırlığını büyük ölçüde protonlar teşkil eder.
Nötron denilen parçacıklardan bahsedilmemesi Thomson Atom teorisinin eksiklerinden biridir. Proton ve elektronların atomda rastgele yerlere bulunduğu İddiası ise teorinin hatalı yönüdür.

Rutherford Atom Modeli:

"RUTHERFORD ATOM MODELİ (1911)" , güneş sistemine benzeyen atom modeli; "THOMSON" un modeline pek inanmayan Rutherford ünlü alfa saçılması deneyi ile kimya tarihine "NÜKLEER ATOM KAVRAMI" nı sokarak yeni çığır açmıştır. İnce altın levhayı "RADYOAKTİF ATOMLARI" n yayınladıkları "ALFA IŞINLARI" yla bombardımana tabii tutan "LORD ERNEST RUTHERFORD" gözlemlerine ve deneylerinin sonuçlarına dayanarak, atomun Thomson tarafından hayâl edilmiş fon statik topluluk olamayacağına hükmetti. Ve atomun yapısını, topta gezegenlerin Güneş’in etrafında "GRAVİTASYON KUVVET" inin etkisiyle dolandıkları gibi gibi "ELEKTRON" lum da pozitif yüklü bir çekirdeğin etrafında elektriksel çekim kuvvetinin etkisi alanda dolanmakta olduğu dinamik bir model olarak açıkladı.

Rutherford’dan önce "THOMSON ATOM MODELİ" geçerliydi. Bu modele göre, atom küre şeklindedir. Ve küre içerisinde proton ve elektronlar bulunmaktadır.

Acaba bu proton ve elektronlar atom içerisinde belirli bir düzene mi, yoksa rastgele bir dağılım içerisinde mi bulunuyorlar? Bu sorunun cevabı daha bulunamamıştı. Rutherford bu sorunun cevabı ve "THOMSON ATOM MODELİ" nin doğruluk derecesini anlamak için yaptığı alfa (a) parçacıkları deneyi sonucunda bir model geliştirmiştir.

"POLONYUM " ve "RADYUM" bir a-ışını kaynağıdır. Rutherford, bir "RADYOAKTİF" kaynaktan çıkan a-taneciklerini bir demet hâlinde iğne ucu büyüklüğündeki yarıktan geçirdikten sonra, kalınlığı 10-4 cm kadar olan ve arkasında "ÇİNKO SÜLFÜR" (ZnS) sürülmüş bir ekran bulunan altın levha üzerine gönderdi.

"ALTIN LEVHAy" ı geçip ekran üzerine düşen a – parçacıkları ekrana sürülen ZnS üzerinde ışıldama yaparlar. Böylece metal levhayı geçen a – parçacıklarını sayma imkanı elde edilir.
Rutherford, yaptığı deneylerde metal levha üzerine gönderilen a- parçacıklarının % 99,99 kadarının ya hiç yollarında sapmadan ya da yollarından çok az saparak "METAL LEVHA" dan geçtiklerini, fakat çok az bir kısmının ise metale çarptıktan sonra büyük bîr açı yaparak geri döndüklerini gördü.

Rutherford daha sonra deneyi altın levha yerine, "KURŞUN" , "BAKIR" ve "PLATİN" metallerle tekrarladığında aynı sonucu gördü. "KİNETİK ENERJİ" si çok yüksek olan ve çok hızlı olarak bir kaynaktan çıkan a – parçacıklarının geriye dönmesi için;
1.Metal levhada pozitif kısmın olması,
2.Bu pozitif yüklü kısmın kütlesinin (daha doğrusu yoğunluğunun) çok büyük olması gerekir.

Bu düşünceden hareketle Rutherford, yaptığı bu deneyden şu sonuçlan çıkardı.
Eğer, a tanecikleri atom içerisindeki bir elektrona çarpsaydı, kinetik enerjileri büyük olduğu için elektronu yerinden sökerek yoluna devam edebilirlerdi. Ayrıca, a – taneciği pozitif, elektron negatif olduğundan geriye dönüş söz konusu olmaması gerekirdi.
Bu düşünceyle hareket eden "RUTHERFORD" ,metale çarparak geriye dönen "ALFA PARÇACIKLARI" nın sayısı metal levhadan geçenlere oranla çok küçük olduğundan; atom İçerisinde pozitif yüklü ve kütlesi büyük olan bu kısmın hacmi, toplam atom hacmine oranla çok çok küçük olması gerektiğini düşünerek, bu pozitif yüklü kısma "ÇEKİRDEK" dedi.
Rutherford, atomun kütlesinin yaklaşık olarak çekirdeğin kütlesine eşit olduğunu ve elektronlarında çekirdek etrafındaki yörüngelerde döndüğünü ileri sürmüştür. Buna göre, "RUTHERFORD ATOMU" . "GÜNEŞ SİSTEMİ" ne benzetmiş oluyordu. Rutherford atom modelini ortaya koyduğunda "NÖTRON" ların varlığı daha bilinmiyordu.
Günümüzde ise çekirdeğin proton ve nötronlar içerdiği ve bunların çekirdeğin kütlesini oluşturduklarına inanılmaktadır. Rutherford’un ortaya koyduğu atom modelinin boyutlarını da anlamak önemlidir. Bunu şu şekilde ifade edebiliriz. Eğer, bir atomun çekirdeği bir tenis topu büyüklüğünde olsaydı, bu atom büyük bir stadyum büyüklüğünde olurdu.
He atomu 2 proton, 2 nötron ve 2 elektrondan oluşur.
Bir He atomunun 2 elektronu tamamen uzaklaştırılırsa geriye +2 yüklü helyum iyonu (He+2) kalır. Bu "İYON" a alfa (a) parçacığı "(ALFA IŞINI)" denir.

Bir atomu a – taneciği ile incelemek, bir şeftaliyi uzun bir iğne ile incelemeye benzer, iğnenin şeftalinin ortasında sert bir şeye çarptığını tespit ederek şeftali çekirdeğinin varlığını ve büyüklüğünü onu hiç görmeden anlamak mümkündür. Bu arada şeftali ile çekirdeğinin büyüklüğü ve atom ile çekirdeğinin büyüklüğünün aynı oranda olamayacağı unutulmamalıdır.

Bohr Atom Modeli :

"BOHR ATOM MODELİ (1913)" ; "KUVANTUM TEORİSİ" nin sahneye çıkışı;
"RUTHERFORD ATOM MODELİ" üzerinde kafa yoran Danimarkalı fizikçi "NİELS BOHR" , klasik fizik gereği çekirdeğin etrafında dolanan "ELEKTRON" ların ivmeli hareketlerinden dolayı, enerji kaybederek çekirdeğe düşmeleri gerektiğini düşündü. Ama hiç de böyle olmamakta ve atom kararlılığını muhafaza etmektedir. Bohr atomun bu karalılığını;
1. "ELEKTRON" hareketlerinin ancak belirli yörüngeler (enerji seviyeleri) üzerinde mümkün olmasıyla,
2. Elektronun, bir yörüngeden bir başkasına geçişini ise belirli bir miktarda (bir "KUVANTUM" miktarında) bir enerji kazanmasına (ya da kaybetmesine) bağlı olduğuna, ve bir atomda, elektronların daha da alana düşmeyecekleri bir en alt enerji düzeyinin var olmasıyla açıklamaktadır.

Yani buraya kadar anlatılan atom modellerinde, atomun çekirdeğinde, (+) "YÜKLÜ PROTON" ve "YÜKSÜZ NÖTRON" ların bulunduğu, çekirdeğin etrafında dairesel yörüngelerde elektronların dolaştığı ifade edildi. Bu elektronların çekirdek etrafında nasıl bir yörüngede dolaştığı, hız ve "MOMENTUM" larının ne olduğu ile ilgili bir netice ortaya konmadı. Bohr ise atom teorisinde elektronların hareketini bu noktadan inceledi.
1913 yılında "NEİLS BOHR" , "HİDROJEN" atomunun "SPEKTRUM ÇİZGİLERİ" ni ve "PLANCK" ın "KUVANTUM KURAMI" nı kullanarak "BOHR KURAMI" nı ileri sürdü. Bu bilgiler ışığında Bohr "POSTULAT" ları şöyle özetlenebilir.
1. Bir atomdaki "ELEKTRON" lar çekirdekten belli uzaklıkta ve kararlı hâllerde hareket ederler. Her kararlı hâlin sabit bir enerjisi vardır.
2. Herhangi bir kararlı enerji seviyesinde elektron dairesel bir yörüngede ( "ORBİTAL" de) hareket eder. Bu yörüngelere enerji düzeyleri veya kabukları denir.
3. Elektron kararlı hâllerden birinde bulunurken atom ışık "(RADYASYON)" yayınlamaz. Ancak, yüksek enerji düzeyinden daha düşük enerji düzeyine geçtiğinde, seviyeler arasındaki enerji farkına eşit bir "IŞIK KUANTI" yayınlar. Burada E = h-i) bağıntısı geçerlidir.
4. Elektron hareketinin mümkün olduğu kararlı seviyeler, K, L, M, N, O gibi harflerle veya en düşük enerji düzeyi l olmak üzere, her enerji düzeyi pozitif bir tam sayı ile belirlenir ve genel olarak “n” İle gösterilir, (n: 1,2,3 …..¥)

Bugünkü bilgilerimize göre; "BOHR KURAMI" nın, elektronların dairesel yörüngelerde hareket ettikleri, ifadesi yanlıştır.
"BOHR ATOM MODELİ" , "HİDROJEN ATOMU" nun davranışını çok iyi açıkladığından ve basit olduğundan önce büyük ilgi gördü. Ancak, bu model çok elektronlu atomların davranışlarını ( "ATOMLARIN SPEKTRUMLARI" nı, atom çekirdeğinin bir elektronunu yakalayarak başka atom çekirdeğine dönüşünü) açıklayamadığından yaklaşık 12 yıl kadar geçerli kaldı. Daha sonra yerini modern atom teorisine bıraktı.
Bohr’a göre, elektronlar çekirdekten belirli uzaklıklarda dairesel yörüngeler izlerler. Çekirdeğe en yakın yörüngede bulunan (n = 1) K tabakası en düşük enerjilidir. Çekirdekten uzaklaştıkça tabakanın yarıçapı ve o kabukta bulunan elektronun enerjisi artar. Elektron çekirdekten sonsuz uzaklıkta iken (n @¥) elektronla çekirdek arasında, çekim kuvveti bulunmaz. Bu durumda elektronun potansiyel enerjisi sıfırdır. Elektron atomdan uzaklaşmış olur. Bu olaya "İYONLAŞMA" denir.
"ELEKTRON" , çekirdeğe yaklaştıkça çekme kuvveti oluşacağından, elektronun bir potansiyel enerjisi olur. Elektron çekirdeğe yaklaştıkça atom kararlı hâle doğru gelir, potansiyel enerjisi azalır. Buna göre, elektronun her enerji düzeyindeki potansiyel enerjisi sıfırdan küçük olur.
Yani negatif olur. Bohr hidrojen atomunda çekirdeğe en yakın enerji düzeyinde (K yörüngesi) bulunan elektronun enerjisini -313,6 kkaldir.

De Broglie’un Atom Modeli:

(1923) "BROGLİE’UN DALGA MODELİ" ; Bohr’un atom modeli elektonların yörüngeler arası geçişlerin mümkün kılan "ENERJİ (KUVANTUM) SIÇRAMALARI" açıklamakta yetersiz kalmaktaydı. Bunun çözümü Fransız fizikçisi Prens "VİCTOR DE BROGLİE" tarafından teklif edildi. De Broglie bilinen bazı taneciklerin uygun koşullar altında tıpkı "ELEKTROMANYETİK RADYASYONLAR" gibi, bazen de elektromanyetik radyasyonların uygun şartlarda tıpkı birer tanecik gibi davranabileceklerini düşünerek "ELEKTRON" lara bir "SANAL DALGA" nın eşlik ettiği öne sürerek bir model teklif etti. Bu modele göre farklı elektron yörüngelerini çekirdeğin etrafında kapalı dalga halkaları oluşturmaktaydılar.

Born’un Atom Modeli :

"BORN’UN ATOM MODELİ (1927)" , olasılık kavramına dayanan atom modeli;

"ALMANYA" lı kuramsal bir fizikçi olan "BORN HEİSENBERG" in belirsizlik ilke katlamakla beraber bir takım olasılık ve istatistiki hesaplar neticesinde bir elektronun uzaydaki yerini yaklaşık olarak hesap etmenin mümkün olabileceğini öne sürdü. "BORN SCHRÖDİNGER" in "DALGA DENKLEMİ" ni olasılık açısından yorumlayarak "DALGA MEKANİĞİ" ile "KUVANTUM TEORİSİ" arasında bir bağıntı kurdu. Böylece elektronun uzayın bir noktasında bulunması ihtimalinin hesaplanabileceğini göstermiş oldu

MODERN ATOM KURAMI: 1920-1930

Modern atom kuramı, tümüyle "KUANTUM KURAMI" temeli üzerinde yükseliyor. Artık modellenemeyen bir “matematiksel” betimlemenin içinde düşünmemiz gerek. Bu kuram, öncelikle çekirdek çevresindeki elektron “davranışı”nı belirler.

Elektron, bulunduğu zaman tümüyle bir parçacık olarak kavranmıştı. Ama sonraları, onun aynı zamanda bir dalga özelliği taşıdığı anlaşıldı. "ELEKTRON" nedir? Parçacık mı? Evet. Dalga mı? O da evet! Peki çekirdek çevresindeki elektronların bulunduğu uzay parçalarını biliyor muyuz? Evet. Onlara ORBİTAL diyoruz. Orbitaller s,p,d ve f harfleriyle simgeleniyor.NİELS BOHR, elektronların her enerjiyi değil,belirli enerjileri alabildiğini benimseyerek yeni atom kuramını geliştirmişti. Bohr, çok elektronlu atomların karmaşık tayf çizgilerini ise açıklayamıyordu.

Bir elektrik alan, bir atomun tayf çizgilerini, değişik "FREKANS" larda,birkaç çizgiye daha ayırır "(STARK OLAYI)" Bu da "BOHR KURAMI" için bir bilmeceydi.
Atomların ışıması bir manyetik alan içinde incelendiği zaman oluşan "TAYF ÇİZGİLERİ" nin herbirinin bir kaç çizgiye ayrılması olayına "YARILMA" denir. Çizgilerin ayrıklığı manyetik alanın şiddetine bağlıdır. Bir manyetik alanda "TAYF ÇİGİLERİNİN YARILMASI" olayını 1896’da Hollandalı fizikçi "PİETER ZEEMAN (1865-1943)" keşfetti. Zeeman olayı, "UZAY KUANTUMLANMASI" nın etkili bir kanıtıdır.

Modern Atom Kuramının temeli üç büyük adıma dayanır:
1.Parçacıkların dalga özelliği göstereceğinin kestirilmesi, "LOUİS DE BROGLİE" ,1924.Broglie, o zamana dek birbirinden ayrıymış gibi duran iki eşitliği Planck eşitliği(E=hf) ile "EİNSTEİN EŞİTLİĞİ" ni (E=mc2) birleştirdi,her parçacığın bir dalga özelliği taşıması gerektiğini açıkladı.
2.Dalga mekaniğinin yani "SCHRÖDİNGER DALGA DENKLEMİ" denen denklemin keşfi. "ERWİN SCHRÖDİNGER" , 1926 yaz aylarında dalga denklemi türetti. Dalga denklemine göre, örneğin, "HİDROJEN ATOMU" nda elektronun konumu "KUANTİZE" değildir, bu bakımdan, elektronun çekirdek civarında, birim hacim başına belli bir bulunma olasılığını düşünmemiz gerekir. Fakat öngörülebilen hiçbir konum, hatta klasik anlamda yörünge söz konusu değildir. Bu "OLASILIK" çı söylem, hidrojen atomu üzerinde yapılan deneylerin, atomun bir bütün "ELEKTRON" (belirli bir bölgede bir elekronun yüzde 27’sini başka bölgelerde yüzde 73’ünü değil) içermekte olduğunu göstermesi gerçeği ile çelişmez; olasılık, elektronun bulunması ile ilgilidir ve her ne kadar bu olasılık "UZAY" da dağılmış ise de elektronun kendisi dağılmış demek değildir. "MADDE DALGALARI" nın gerçek dalgalar değil, "DALGA GENLİĞİ" nin karesiyle belirlenen olasılıkçı yorumunu "MAX BORN" yapmıştır. Ancak "SCHRÖDİNGER" ve "EİNSTEİN" bu yoruma katılmamıştır. Ancak geçen zaman Born’u haklı çıkarmıştır.

"HEİSENBERG" ,1927’ de "BELİRSİZLİK İLKESİ" ni ortaya attı. "ELEKTRON" un yerini ve hızını aynı anda belirlemede sorun var mı? Var. Elektronun yerini belirleme konusunda yüzdeler veriyoruz. Elektron yüzde 90 olasılıkla şu atomik uzayda bulunabilir diye hesaplarımızın sonucunu veriyoruz. Bu olasılık, her ne kadar uzaya dağılmış ise de elektronun kendisi dağılmış demek değildir.
Elektronun atom içindeki yerini ışık kullanarak belirleyebiliriz. Belli dalga boyu olan bir ışıkla aydınlattığımız zaman,o dalga boyundan daha küçük ayrıntıları seçemeyiz. Bu iyi bilinen bir olgudur. Gerçekten badana fırçası ile bir İran minyatürü yapılamaz!
Elektronun yerini “görmek” istediğimizde “gördüğümüz yer” ,onun gerçek yeri değil de "FOTON" la itildiği yer olacaktır. Burada kullanılan ışığın dalga boyu düzeyinde bir belirsizlik vardır. Bu belirsizlik, hiçbir zaman sıfıra indirilemeyecektir.
Benzer sorun elektronun hızını ve ona bağlı olan momentumunu belirlemede de karşımıza çıkıyor. "ELEKTRON" un yerini ve "MOMENTUM" unu asla tam bir kesinlikle belirleyemeyiz. Bu konuda olasılıklar düzeyinde konuşabiliriz. Evet, elektronun "ÇEKİRDEK" çevresinde bulunabileceği olası bölgeleri bilebiliyoruz. Elektronun olası ve ortalama hızını ve dolaysıyla "MOMENTUM" unu bilebiliyoruz. "BELİRSİZLİK İLKESİ" ama bunları tam bir kesinlikle bilemiyoruz. Tam bir kesinlikle bilemediğimiz çok şey var. Bunları sorun etmeyin. Çünkü en yetkin bilim adamları bile bunları kesinlikle bilmiyor! Bu da belki daha alçakgönüllü olmamız için gerekli bilgiler.
"ORBİTAL" , matematiksel bir fonksiyon olmakla birlikte, ona fiziksel anlam vermeyi deneyebiliriz: "ELEKTRON" u tanecik olarak düşünürsek "ORBİTAL" , atom içerisinde elektronun bulunma olasılığı yüksek bir bölgeyi simgeler. Elektronu bir maddesel dalga olarak düşünürsek orbital elektron yük yoğunluğu yüksek olan bölgeyi gösterir. Elektron “tanecik” olarak kabul edildiğinde, elektronun belirli noktalarda bulunma olasılığından; elektron “DALGA” olarak kabul edildiğinde ise, elektron yük yoğunluğundan söz ederiz.
Yani elektronun konumu "KUANTİZE" değildir, bu bakımdan, elektronun "ÇEKİRDEK" çevresinde, birim hacimdeki bulunma olasılığını(dalga genliğinin karesine, yani dalga şiddetini) düşünmemiz gerekiyor. "DALGANIN ŞİDDETİ" (genliğin karesi) bir bölgedeki "FOTON" sayısına, yani foton yoğunluğuna bağlıdır.

PERİYODİK CETVELİN TARİHÇESİ

Elementlerin fiziksel ve kimyasal özelliklerindeki benzerliklerin araştırılması fizik ve kimyacıları ilgilendirmiştir. Gerçi benzer özelliklerdeki elementlerin sıralanabilmesi için bilinen elementlerin özelliklerinin öncelikle ortaya konulması gerekir. "ALTIN" , "GÜMÜŞ" , "KALAY" , "BAKIR" , "KURŞUN" ve "CIVA" gibi elementler eski çağlardan beri biliniyordu. Bir "ELEMENT" in ilk bilimsel olarak bulunması 1649 yılında "HENNİNG BRAND" ın "FOSFOR" u bulmasıyla başlar. Bundan sonraki 200 yıl boyunca "ELEMENTLER" ve onları bileşikleri hakkında kimyacılar tarafından pek çok bilgi elde edildi. Bununla beraber 1869 yılına kadar toplam 63 element bulunabilmişti. Bilinen elementlerin sayısı arttıkça, bilim adamları elementlerin özelliklerinin belli kalıplara oturduğunu anlamaya başladılar.

1817 yılında "JOHANN DOBEREİNER" benzer kimyasal özellikler sahip olan "STRONSİYUM" , "KALSİYUM" ve "BARYUMA" bakarak, stronsiyumun atom ağırlığının kalsiyum ve baryum atom ağırlıklarının ortasında olduğuna dikkat çekti. 1829 yılında "KLOR" , "BROM" ve "İYOT" üçlüsünün de benzer özellikler gösterdiği bulundu. Yine benzer davranış "LİTYUM" , "SODYUM" ve "POTASYUM" için de gözleniyordu. 1829 ve 1858 yılları arasında bu konuda pek çok araştırma yapıldı. Bu sırada halojenler grubuna katıldı. "OKSİJEN" , "KÜKÜRT" , "SELENYUM" ve "TELLÜR" bir grubun üyesi olarak düşünülürken azot, fosfor, arsenik, antimon ve bizmut başka bir grup içine yerleştirildiler.

İlk "PERİYODİK TABLO" yu oluşturma şerefi Fransız bilim adamı "A. E. BEGUYER DE CHANCOURTOİS" e düştü. De Chancourtois, silindirin çevresine 16 kütle birimleri yerleştirerek elementleri buraya oturttu. Benzer özelliklerdeki elementler bu silindir üzerinde düşey satırlarda yer alıyordu. De Chancourtois, “Elementlerin özellikleri sayıların özellikler ile ilişkilidir” dedi ve her yedi elementte bir özelliklerin tekrarlandığının farkına vardı. Bu tablo kullanılarak birkaç metal oksidin "STOKİYOMETRİ" si önceden tanımlanabildi. Ne yazık ki bu cetvel üzerinde elementlerden başka bazı iyonlar ve elementlerde yer alıyordu.

İngiliz kimyacı "JOHN NEWLANDS" 1863 yazdığı bir yazıda benzer fiziksel özelliklere göre elementleri 11 gruba ayırmıştı. Atom ağırlıkları sekizin katı kadar olan elementlerin özellikleri benzerdi. 1864 yılında yazılan bir yazıda Newlands bunu Oktav kanunu (Law of Octaves) olarak tanımladı. Bu kanuna göre herhangi bir element tablodaki sekizinci elementle benzerlikler gösteriyordu.

Genelde periyodik tablonun babası olarak Alman bilim adamı "LOTHER MEYER" ve Rus bilim adamı "DMİTRİ İVANOVİÇ MENDELEEV" kabul edilir. Her ikisi de birbirinden habersiz olarak dikkate değer benzer sonuçlar ürettiler. Mendeleev atomların artan atom ağırlıklarına göre sıralandıklarında belli özelliklerin tekrarlandığını görmüştür. Daha sonra elementleri tekrarlanan özelliklerine göre alt alta sıralayarak ilk iki periyodu yedişer, sonraki üç periyodu ise on yedişer element içeren bir periyodik sistem hazırlamıştır. MENDELEEV"" in hazırladığı periyodik sistemde bazı yerleri henüz keşfedilmemiş elementlerin olduğunu düşünerek boş bırakmıştır. Daha sonra bulunan "SKANDİYUM" , "GALYUM" , "GERMANYUM" elementleri tablodaki boşluklara yerleşmişlerdir.

1895 yılında "LORD RAYLEİGH" , kimyasal olarak "İNERT" yeni bir gazı (ARGON) keşfettiğini bildirdi. Bu element periyodik tabloda bilinen hiçbir yere oturtulamadı. 1898 yılında "WİLLİAM RAMSEY" bu elementin "KLOR" ile "POTASYUM" arasında bir yere konulabileceğini önerdi. Helyumda aynı grubun bir üyesi olarak düşünüldü. Bu grup elementlerinin değerliklerinin sıfır olması nedeniyle sıfır grubu olarak adlandırıldı.
"MENDELEEV’İN PERİYODİK TABLOSU" her ne kadar elementlerin periyodik özelliklerini gösterse de neden özelliklerin tekrarlandığı konusunda herhangi bir bilgi vermemektedir.
1911 de "ERNEST RUTHERFORD" "ATOM ÇEKİRDEKLERİ" alfa parçacıklarının saçılması deneyiyle çekirdek yükünün belirlenebileceğini gösterdi. "RUTHERFORD" un gösterdiği diğer bir şey bir çekirdeğin yükünün atom ağırlığı ile orantılı olduğuydu. Yine 1911 de "A. VAN DEN BROEK" bir seri çalışmasıyla elementlerin atom ağırlıklarının atom üzerindeki yüke yaklaşık eşit olduğunu gösterdi. Bu yük daha sonra atom numarası olarak tanımlandı ve periyodik tablodaki elementleri yerleştirmede kullanıldı. 1913 de "HENRY MOSELEY" Henry Moseley, 20. yüzyılın başlarında yaşamış olan İngiliz fizikçidir. 23 Kasım 1887'de İngiltere'nin Weymouth kentinde doğmuş ve 10 Ağustos 1915'te Gallipoli Savaşı sırasında hayatını kaybetmiştir. bir grup elementin "X-IŞINLAR" X-ışınları, elektromanyetik spektrumun ultraviyole ışınları ile gamma ışınları arasında yer alan bir tür elektromanyetik radyasyondur. X-ışınları, nispeten yüksek enerjili fotonlardan oluşur ve insan gözü tarafından algılanamaz. spektrum çizgilerin dalga boylarını ölçerek, atom numarası ile elementlerin X-ışınları "DALGA BOYLARI" Dalga boyları, fizikte ve özellikle dalga mekaniğinde kullanılan bir terimdir. Bir dalganın bir tam dalga periyodu boyunca seyahat ettiği mesafeye dalga boyu denir. Yani, bir dalganın ardışık iki tepe noktası arasındaki uzaklıktır. nın ilişkili olduğunu gösterdi. Bu çalışma "MENDELEEV" Dmitri Ivanovich Mendeleev, 19. yüzyılın sonlarında yaşamış Rus kimyager ve bilim insanıdır. Mendeleev, periyodik tablonun öncüsü olarak kabul edilir. , "MAYER" Maria Goeppert Mayer, 20. yüzyılın önemli bir fizikçisidir. 1906 yılında Almanya'nın Kattowitz kentinde doğmuş ve 1972 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde ölmüştür. Mayer, kuantum mekaniği ve atomik yapı üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır ve bu çalışmalarıyla 1963 yılında Nobel Fizik Ödülü'nü kazanmıştır. ve diğerlerinin yaptığı gibi atom ağırlıklarını temel seçmedeki yanlışlığı gösteriyordu.
Fakat neden periyodik özellikler gözleniyor sorusunun yanıtı ise "NİELS BOHR" Niels Bohr, 20. yüzyılın başlarında yaşamış önemli bir Danimarkalı fizikçidir. 1885 yılında Danimarka'nın başkenti Kopenhag'da doğmuş ve 1962 yılında ölmüştür. Bohr, kuantum mekaniği ve atom fiziği alanlarındaki çalışmalarıyla tanınır ve 1922'de Nobel Fizik Ödülü'nü kazanmıştır. un elementlerdeki elektronik yapıyı incelemesiyle başlar diyebilir.

"PERİYODİK TABLO" Periyodik tablo, kimyasal elementlerin sıralı bir şekilde düzenlendiği bir tablodur. Elementler, benzer kimyasal özelliklere ve yapıya sahip olan gruplar halinde veya sütunlar boyunca sıralanır. Her sıra veya yatay sıra, bir periyot olarak bilinir, her sütun veya dikey sıra ise bir grup olarak adlandırılır. daki en son büyük değişiklik, 20. yüzyılın ortalarında "GLENN SEABORG" Seaborg, kimya ve nükleer bilim alanlarında önemli katkıları olan Amerikalı bir bilim insanıdır. Glenn T. Seaborg, 1912 yılında doğmuş ve 1999 yılında ölmüştür. un çalışmasıyla ortaya çıktı. 1940 da PLUTONYUMu bulmasıyla başlayan araştırması, 94 den 102 ye kadar olan tüm "URANYUM" Uranyum, periyodik tablonun aktinit serisine ait olan ve atom numarası 92 olan bir kimyasal elementtir. Sembolü "U" ile gösterilir. Uranyum, doğada bulunan en ağır doğal elementlerden biridir. ötesi elementlerin bulmasıyla sürdü. Periyodik tablodaki "LANTANİT SERİSİ" Lantanit serisi, lantanit elementlerinin oluşturduğu kimyasal bir seridir. Lantanitler, periyodik tablonun aktinit serisinin bir parçası olan 57-71 arasında yer alan lantanit elementlerini içerir. Lantanit serisi genellikle "lantanoidler" olarak da adlandırılır. nin altına aktinitler serisini yerleştirdi. 1951 de "SEABORG" Seaborg, kimya ve nükleer bilim alanlarında önemli katkıları olan Amerikalı bir bilim insanıdır. Glenn T. Seaborg, 1912 yılında doğmuş ve 1999 yılında ölmüştür. bu çalışmaları ile kimyada Nobel ödülünü kazandı. 106 nolu element seaborgiyum (Sg) olarak adlandırıldı.

PERİYODİK ÖZELLİKLER

Bir periyotta soldan sağa doğru gidildikçe,
"PROTON" Proton, atom çekirdeğinin temel parçacıklarından biridir. Pozitif elektrik yüküne sahip olan protonlar, atomun çekirdeğinde bulunur ve atomun kimliğini belirleyen temel bir bileşendir. , "NÖTRON" Nötron, atom çekirdeğinin bir bileşenidir ve elektriksel olarak nötr (yüksüz) bir parçacıktır. Nötronlar, atom çekirdeğinde protonlarla birlikte bulunur ve atomun kütlesini oluşturan temel parçacıklardan biridir. sayıları ve kütle numarası artar.
"ATOM" Atom, maddeyi oluşturan en küçük parçacıktır ve bir kimyasal elementin özünü oluşturur. Atomlar, çekirdek ve çekirdek etrafında dönen elektronlardan oluşur. numarası artar.
Değerlik "ELEKTRON" Elektron, bir atomun temel parçacıklarından biridir. Negatif elektrik yüküne sahip olan ve bir atomun dış kabuğunda dolaşan bir parçacıktır. Elektronlar, bir atomun kimyasal ve elektriksel davranışını belirleyen önemli bir role sahiptir. sayısı artar.
Elektron alma isteği "(AMETALİK KARAKTER)" "Ametalik karakter" terimi, genellikle kimya alanında kullanılan bir terimdir. Metaller ve ametaller, kimyasal elementlerin iki ana sınıfını oluşturur. Metaller, genellikle iletkenlik, parlaklık, yüksek yoğunluk gibi özelliklere sahipken, ametaller genellikle bu özelliklere sahip değildir ve genellikle kötü iletkenlerdir. artar.
Yörünge sayısı değişmez.
Atom hacmi ve çapı azalır.

Bir grupta yukarıdan aşağıya inildikçe,
Proton,nötron sayıları ve kütle numarası artar.
Atom numarası artar.
Değerlik elektron sayısı değişmez(Bu nedenle aynı gruptaki elementlerin kimyasal özellikleri benzerdir).
Elektron verme isteği(metalik karakter)artar.
Yörünge sayısı artar.
Atom hacmi ve çapı artar.