FELSEFE BİLİMİ & TARİHİ

İLK ÇAĞ FELSEFESİ

İlk Çağ Felsefesi, genel anlamda MÖ 700 lerden başlayıp MS 500 lere kadar olan dönemdeki felsefi gelişmeleri kapsamakta ve Antik Çağ felsefesiyle aynı anlamda kullanılmaktadır. Aslında felsefeye kapsayıcı olarak bakılacak olursa daha çok doğu felsefesi olarak bilinen felsefelerle Mısır, Mezopotamya, İran, Çin ve Hint felsefelerinde şekillenmiş, Antik Çağ felsefesiyle bilinen anlamdaki felsefe geleneği başlamış olmaktadır.

YUNAN FELSEFESİ

Batı dünyasında felsefe antik Yunanda, büyük ihtimalle Anadolu’nun İyonya Denizi kıyısındaki Milet şehrinde başlamıştır. İyonya, Doğu ve Batı ekilerinin iç içe geçtiği bir fikirler kavşağı olup "SOKRATES ÖNCESİ" düşünürler bu bölgede yetişmiştir. Bunlar “kosmos” ya da kainat düzeninin yapısıyla ilgilendiklerinden "FİZİKÇİ" olarak anılırlar. Özellikle bu ilk üç filozof özdek ya da maddenin yapısını ve tabiatını anlamak istemişlerdir.

THALES

Thales , evrenin işleyişine dair cevap bulmaya çalıştı. Bildiğimiz kadarıyla bunu ilk yapan kişi o oldu ve bu sebeple ilk filozof olarak kabul edilir. Onu en çok ilgilendiren ve bütün “Sokrates öncesi” filozofların ilgi odağı haline gelen soru şuydu; “Dünya neden yapılmıştır?”

Thales’in cevabı şaşırtıcıydı, her şeyin tek bir unsurdan yapıldığına inanıyordu.SU. Onun için yeryüzü su üzerinde yüzüyor gibi görünüyordu. Yürüttüğü akıl, suyun bütün yaşam için gerekli olduğu ve çeşitli formlarda bulunduğu şeklindeydi.

ANAKSİMANDROS

Thalesin öğrencisi Anaksimandros bu görüşe çok katılmadı ve antitez olarak “ Eğer Dünya bir su kütlesi üzerinde duruyorsa o zaman su neyin üzerinde durmaktadır.? Sonra, o şey neyin üzerinde durmaktadır?..” sorularıyla başlayan ve sonsuza kadar geriye giden bir problem sundu. Ona göre her şey sonsuzluktan geliyordu. Dünya’nın uzayda asılı davul şeklinde bir silindir olduğunu ve düz yüzeylerinden birinin üzerinde yaşadığımızı söyledi.

ANAKSİMENES

Anaksimandros’un da Anaksimenes diye bir öğrencisi vardı. Anaksimenes , Dünya’nın belirgin biçimde düz olduğunu ve havada yüzdüğünü ileri sürdü. Her şeyin yapıldığı tek unsurun "HAVA" olduğu sonucuna vardı.

Bu düşünceler şu anda bize yanlış gibi görünse de bunlara ulaşmak için kullanılan akıl yürütme süreci; özellikle argüman ve karşı argüman felsefi araştırmanın temelini oluşturmuştur. Milet felsefe okulu sonraki nesillere ilham verdi ve felsefi düşünce ve tartışma pratiği Yunan dünyasına hızla yayıldı. Atina, felsefenin gelişmesi için ideal bir yer olduğunu gösterdi ve belki de bütün zamanların en etkili üç filozofunu içinden çıkardı. "SOKRATES" , "PLATON" ve "ARİSTOTELES" Platon'un öğrencisi olan Aristoteles, günümüzde en çok okunan ve hakkında eser yazılan filozoflar arasında yer alıyor. .

HERAKLİTOS

Efes’te yaşayan Heraklitos her şeyin kök aldığı tek bir unsur belirtmek yerine her şeyin altında yatan bir ilke olduğuna inanıyordu: "DEĞİŞİM" . Her şeyi karşıtlıklardan meydana geldiğini söylüyordu. Verdiği örnek şuydu: Dağın tepesine giden yol, aşağısına gidenle aynı yoldur. Karşıt güçlerin gerilim ve çelişkisi, gerçeği yaratan şeydir ama doğası gereği istikrarsızdır. Bu nedenle her şey sürekli değişir. Her şey akış halindedir. Aynı nehir gibi. Bu değişimi simgelediği için ilk maddenin "ATEŞ" olduğunu düşünmüştür.

PİSAGOR

Pisagor özel bir matematik yeteneğine sahipti. Sayıların karesi ve küpü üzerinden geometri ve aritmetik arasında bağlantı kuruyor ve müzikle akustikle bulunan matematiksel oranlar tespit ediyordu. Kosmosta (kendi bulduğu bir kelimedir) matematiksel yasalara dayanan bir yapı olduğunu savundu. Ona göre göksel cisimlerin konumları ve hareketleri müzikal bir ahenk oranlarına benzerdi. Pisagor, "MATEMATİĞİ" ve felsefeyi ilişkilendiren ilk kişi ve aynı zamanda büyük matematikçiler de olan; Descartes, Leibniz ve Russel gibi filozofların da dahil olduğu filozoflar silsilesinin kurucusudur.

MÖ 5. Yüzyılın başlarına felsefenin merkezi İyonya’dan Güney İtalya’ya kaydı.

PARMENİDES

Heraklitos’un her şeyin akış halinde olduğu fikrine karşı geldi. Hiçbir zaman hiçlik olamaz demiştir. Her şey, her zaman var olmuş ve var olmalıydı, çünkü bir şey hiçliğe de dönüşemezdi. Onun görüşüne göre evren, yekpare bir varlık olduğuna inandığı bir şeyle doludur. Değişim imkansızdır, her şey birdir.

ZENON

Hocası Parmenides gibi, Elealı Zenon da her şeyin bir olduğuna ve değişimin imkansız olduğuna inanıyordu. İddialarını desteklemek için "PARADOKS" Paradoks, görünüşte doğru olan bir ifade veya ifadeler topluluğunun bir çelişki veya sezgiye karşı bir sonuç yaratmasıdır. lar kullandı. Örneğin herhangi bir anda havadaki okun belirli bir yerde olduğunu ve bu nedenle hareket etmediğini ileri sürmüştür; zaman okun hareketsiz olduğu, birbirini izleyen anlardan oluştuğu için ok hareket ediyor olamaz. Aşil ve kaplumbağa paradoksunda ise; Aşil, kaplumbağaya önde başlamaya izin verirse onu hiçbir zaman yakalayamaz. Yarışta Aşil kaplumbağanın başladığı noktaya geldiğinde, kaplumbağa bir daha mesafe kat eder. Aşil bu noktaya geldiğinde kaplumbağa biraz daha ilerler ve bu böylece devam eder.

EMPEDOKLES

Empedokles , her şeyin tek bir unsurdan oluştuğu yönündeki Milet kaynaklı düşünceyi sürdürdü. Ancak bir adım öteye taşıyıp, değişik oranlarda bir araya gelerek evrendeki bütün farklı maddeleri oluşturan "DÖRT AYRI ELEMENT" belirledi. Fikirlerini Parmenides’in düşüncelerini destekleyerek, bahsi geçen elementlerin bu nedenle ezeli, ebedi ve değiştirilemez olması gerektiğini; ancak bir çeşit kuvvetin elementlerin karışımını değiştirdiğinde değişimin mümkün olduğunu savundu. Aşk ve Savaş olarak adlandırdığı iki karşıt fiziksel gücün, elementlerin çekimine, ayrılmasına ve maddelerin bileşiminde değişikliklere neden olduğunu öne sürdü. Bu dört klasik element sınıflaması filozoflar tarafından yaygın biçimde kabul edildi ve Rönesans’a kadar simyanın temel taşı oldu.

DEMOKRİTOS VE LEUKİPPOS

Leukippos ve öğrencisi Demokritos evrendeki her şeyin "ATOM" adını verdikleri minicik değiştirilemez ve bölünemez parçacılardan oluştuğunu ileri sürdüler. Atomların sayısı sonsuzdur ve farklı özelliklere sahip farklı atom türleri, birlikte oluşturdukları maddenin özelliklerini belirler. Atomlar yok edilemez olduğundan, bir madde veya hatta bir insan vücudu bozulduğu taktirde atomlar dağılmış ve başka bir şekilde yeniden düzen almış olur. Kolonicilik faaliyetleri sırasında zamanla güçlenen tüccar ve sanayiciler yönetime hakim olmak amacıyla köylülerle birleşerek soylularla mücadeleye başlamışlardır. Bu çatışmayı ortadan kaldırmak amaçlı Arhon adı verilen yasa koyucular başa geçmiştir. Solon tarafından başlatılan toplumsal ve siyasi reform, zaten bölgede önemli bir askeri ve ticari güç olan Atina’nın MÖ 508’de bir tür "DEMOKRASİ" benimsemesine yol açtı. Bunu izleyen refah ve güvenlik, kentte müzik, tiyatro ve şiir sanatlarında kültürün gelişmesine imkan sağladı.

SOFİSTLER

Atina’daki yeni demokrasinin beraberinde yeni bir yasal sistem geldi ve bununla birlikte ücret karşılığında müvekkilleri adına dava açacak ya da onlara haklarını nasıl savunacaklarını öğretecek bir avukat sınıfı ortaya çıktı. Bu sınıftan, ahlak fikirlerini ele almak için benzer teknikleri kullanan ve sofistler olarak bilinen bir filozoflar okulu ortaya çıktı. Liderleri "PROTAGORAS" Protogoras; her şeyin ölçüsü insandır diyerek, benlik felsefesini ileri süren yunanlı filozof. ’tı. Sofizmin merkezinde tıpkı bir avukatın tavrında olduğu ve ilgili kişilerin bakış açılarını hesaba katmamız gerektiği fikri yer alır. Örneğin: Atina’daki hava bir Atinalıya ılıman, Grönland’dan gelen bir ziyaretçiye sıcak, Mısır’dan gelen birine ise soğuk gelir. Mutlak bir gerçek olmadığı ve "GÖRELİLİĞİN" Görelilik: Var olabilmek veya belirlenebilmek için başka bir şeye bağlı bulunma durumu, bağıntılılık, izafilik, izafiyet. geçerli olduğu bir bakış açısıyla, Protagoras “İnsan her şeyin ölçüsüdür” şeklinde özetler. Bu duruş makul görünse de göreceli yaklaşım ahlaki felsefe için sorun oluşturmaktadır. Gerçekten hiç ahlaki mutlak yok mudur?

ATİNALI FİLOZOFLAR

SOKRATES

Büyük filozof Sokrates , sofizmin önde gelen eleştirmenlerinden biriydi: Sofistlerin bilgelik için para talep etmelerini kınamakla kalmadı; aynı zamanda felsefi soruşturmanın sadece bir tartışma kazanmayı değil, gerçeği ortaya çıkarmayı hedeflemesi gerektiğini ileri sürdü. Ancak bu onun bazı sofistlerin tartışma tekniklerini benimsemesini engellemedi. Daha önceki filozofları inceledikten sonra ise sofistlerin akıl yürütme yöntemlerinin zayıf ve spekülasyona dayalı olduğunu fark etti.

DİYALEKTİK YÖNTEM

Sokrates temel meseleleri, karşıt görüştekilerle diyalog halinde gerekçeli bir tartışma yoluyla titizlikle irdelemeyi hedefledi; nitekim bu teknik günümüzde "DİYALEKTİK YÖNTEM" olarak biliniyor. Yaklaşım “Sadece hiçbir şey bilmediğimi biliyorum” fikrinden başlamak ve bir kişi ya da grupla tartışarak üzerlerinde mutabık kalınan tanımlara ulaşmaya çalışmak şeklindeydi.

AHLAK FELSEFESİNİN KÖKENLERİ

Sokrates’i kendisinden önceki filozoflardan ayıran en büyük fark felsefenin konusunu doğadan insana çevirmesiydi. Sofistleri aşağılamasına rağmen onların yöntemleri kadar insani meselelere odaklanmalarında da etkilenmişti. Onu ilgilendiren adalet, erdem, cesaret ve her şeyden önce hakikat gibi kavramlardı.

SORGULANMAMIŞ HAYAT

Sokrates hiçbir şey yazmadı, okul kurmadı. Yine de Atina’da dolaşıp insanları tartışmaya çekmesiyle tanınmıştı. Yaptığı felsefi tartışmalarda diyalektik söylem ve akıl yürütme yoluyla altta yatan doğru ve yanlış bazı temel fikirler olduğunu ima etmiş ve tartışmayı, insanlara daha ahlaki davranmalarında ve “iyi bir yaşam” sürmelerinde yardımcı olacağına inandığı sonuçlara götürmüştü. Hiç bir bilgi ve fikir iddiasında bulunmamıştı. Sorgulamalarının merkezinde, hayatımızı en iyi nasıl yaşamamız gerektiği sorusu vardı. Adalet, erdem, onur ve cesaret gibi terimlerle gerçekte ne kastettiğimizin sınırlarını çizmeye çalışarak insanların daha adil, erdemli, onurlu ve cesur bir şekilde davranmayı öğrenebileceklerine ve iyi bir hayat yaşayabileceklerine inanıyordu. Bir kişi ancak cehaletten dolayı yanlış yapabilirdi.

SİYASET FELSEFESİNİN BAŞLANGICI

Atina filozofları kısa sürede ahlak felsefesi fikirlerini bir bütün olarak topluma tatbik etmeye başladılar. Bunun sebebi Atina’nın, vatandaşlarının etkin katılımını talep eden bir demokrasi biçimi oluşturmasıdır. Adalet, özgürlük gibi erdem kavramlarının sadece bireyle değil, aynı zamanda polisle, yani şehir devletiyle de ilişkili olduğu görülmüştü. Bu yeni etik alanı, politika (polisle ilgili şeyler) veya siyaset felsefesi olarak bilinir hale geldi. Vatandaşlarının iyi bir yaşam sürmesini sağlamak için bütün bir toplum nasıl örgütlenmelidir? Devlet ne şekillerle yönetilmelidir? Yasaların hani şekillerde yapılıp uygulanabilir? Devlet ve birey ile devlet arasındaki ilişkiyi nasıl olmalıdır? Gibi temel soruları vardır.

PLATON

Sokrates kendisi bir şey yazmadığından, felsefesi hakkı bildiğimiz hemen hemen her şey öğrencisi Platon’un eserlerinden günümüze kalmıştır. Akıl hocasının diyalektik fikrini kucakladı ve çok sayıda felsefi eserini diyalog şeklinde sundu. Platon ’un yaptığı şey karakterlerini konuşturmaktır. Öyleyse bu konuşmaların altında yatan felsefenin ne kadarının Sokrates’e, ne kadarı Platon’a ait olduğu kesin değildir. Neyse ki Platon bize, esas düşüncelerine dair iyi bir fikir edinmek için kendisine ait yeteri kadar eser bıraktı.

FORMLAR TEORİSİ

Platon da tanımları bulmaya ve bir şeyi o şey yapanın tam olarak ne olduğunu keşfetmeye çalıştı. Sokrates’in diyalektik yöntemini kullanan Platon, bu yöntemle en önemli fikirlerinden biri olan Formlar veya İdealar teorisine yönlenmiştir. Örnek olarak sadece duvara bakan mahkumlar barındıran mağara hayal edilmesini istedi. Mahkumların arkasında başka bir duvar ve bunun ilerisinde bir ateş vardır. Arkalarındaki duvarı üstünde insanlar gelip gider ve ellerinde bazı nesneler taşırlar. Bunların gölgesi mahkumların önlerindeki duvara düşer. Platon şunu ileri sürer: Mahkumlar gördükleri bu gölgeleri tek gerçeklik zannederler. Ancak eğer kurtulabilirlerse bunların sadece gerçekliğin gölgesi olduğunu keşfedeceklerdir. Bununla birlikte ışığı da göz kamaştırıcı bulacaklar, üstelik bir de mağaranın dışına çıkabilirlerse güneş ışığından geçici kör olacaklardır. Ancak mağaraya döndüklerinde karanlık yüzünden göremeyeceklerdir. Bu yüzden sorun, Formlar dünyasına kıyasla dünyayı algılayışımızın aldatıcı doğasıdır.

AHLAK VE DİN

Platon ahlak ve din hakkında şu soruyu sordu. “Dindarlar tanrılar kendilerini sevdiği için mi dindardır, yoksa dindar oldukları için mi tanrılar onları sever?” Başka bir deyişle, ahlakımız din tarafından mı belirlenir, yoksa onu kendimiz mi tasarlar ve dine dahil ederiz? Platon bunu daha da ileri götürerek doğuştan iyilik ve kötülük kavramlarına (kendi tabiriyle formların bilgisine) sahip olduğumuzu öne sürdü. Ahlakın ne kadar insan veya tanrı ürünü olduğu meselesiyse, Ortaçağ Hıristiyan ve İslam filozofları için özel bir meşguliyet halini almıştır.

Platon Akademi adıyla bilinen bir felsefe okulu kurdu. Öğrencileri arasında Makedonya’dan gelen Aristotales’de vardı.

ARİSTOTALES

Aristotales , hocası "PLATON" gibi parlak, fakat farklı bir düşünce yapısına sahipti. Platon soyut kavramlar üzerine genel biçimde düşünürken, Aristotales’ in detaylı ve somut bir düşünce yapısı vardı. Platon’un fikirleri, İdealar dünyasına dayanırken onun fikirleri bu dünyaya aitti. Aristotales hem hevesli bir doğa bilimcisi, hem de neredeyse takıntılı bir düzenleyiciydi. Platonun ölümünden sonra birkaç yılını Küçük Asya’da bitki hayvanları inceleyerek geçirdi. Özelliklerini, benzerliklerini ve farklılıklarını belirledi. Sonunda canlıların sistematik bir sınıflandırmasını yaptı.

Platon ve Aristotales dünyanın bilgisini nasıl anladığımız ve edindiğimiz konusunda neredeyse tamamen zıt görüşlere sahipti. Bu ayrım 19. Yüzyıla kadar düşünürler tarafından temel ayrımı temsil etmiştir. Aristotales’te 20 yıl kadar Platon’un akademisinde kaldıktan sonra rakip okul olan Lise’yi kurmuştur.

BİLİMSEL GÖZLEM VE SINIFLANDIRMA

Aristotales fizik bilimlerine ya da doğal felsefeye ilgi duydu ve aynı yöntemsel yaklaşımı savundu.: Gözlem, düzen ve sonuçları rasyonel bir süreçle elde etmek. Bu tutum, önceki filozofların savunduğu saf akıl yürütmeden radikal bir kopuştu ve dünyayı incelemek için bilimsel bir yönteme doğru atılmış önemli bir adım oldu. Aynı yaklaşımı felsefesine bir bütün olarak uyguladı ve ilk kapsamlı felsefe sistemini inşa etti.

DENEYİMDEN GELEN BİLGİ

Hocası Platon’dan taban tabana zıt bir teori üretti. Bitkiler ve hayvanlar hakkın bildiklerinin gözlemlerinden geldiğini fark etti ve bütün bilginin deneyimden geldiği sonucuna vardı. Örneğin bir köpek gördüğünde, şekli ve boyutu ne olursa olsun, onun bir köpek olduğunu biliyordu. Adalet ya da erdem gibi soyut kavramları, bunların çeşitli örneklerine dair tecrübelerimiz aracılığıyla kavrıyorduk. Platon ile karşıtlaştığı nokta ise Platon’un bu durumun doğuştan gelen bir formlar dünyası bilgisinden kaynaklandığını öne sürmesiydi.

MANTIK VE KIYAS

Aristotales ilk filozofların kullandığı basit akıl yürütmelerden, hatta Sokrates’in geliştirdiği diyalektik yöntemden bile memnun değildi. Bilginin bir sonuca ulaşmak için kullanılabileceği bir mantık sistemi ileri sürdü.

DÖRT NEDEN VE VARLIĞIN DOĞASI

Kendisini Sokrates ve Platon kadar ahlak felsefesiyle sınırlamadı. Çevremizdeki dünya hakkında bilgi edinme şeklimizi incelemenin yanı sıra, eşyayı olduğu biçimde olduranın ne olduğunu, yani varlığın doğasını inceledi.

DEVLET VE POLİTİKA

Platon ve Aristotales teorilerini siyaset felsefesine genişleterek en iyi toplum nasıl olması gerektiğini inceledi. Tabii ki ikisi de farklı yaklaşım izledi ve farklı sonuca ulaştı. Platon özel olarak eğitilmiş filozof-krallar tarafında yönetilen biraz "OTORİTER" Merkeziyetçi bir "ŞEHİR DEVLETİ" Her şehirde başka yönetici ve yasaların olduğu yönetim sistemi görüşünü aktarmıştır.

Aristotales, üç doğru yönetim biçimi belirlemiştir. "MONARŞİ" Tek adam yönetimi , "ARİSTOKRASİ" Islah Edilmiş,seçilmiş insanların(genetik,kişiliksel) yönetimi ve siyasal yönetim ( ya da "ANAYASAL HÜKÜMET" Belli yasalara uyarak yönetmek zorunda olan hükümet ) bütün bunlar kamu yararı için yönetir ama yozlaştığında "TİRANLIK" Dikdatörlük, tek kişinin sert yönetimi , "OLİGARŞİ" Soylu Yönetimi ve "DEMOKRASİ" Halk Yönetimi halini alır. Siyasal yönetimin en iyi yönetim biçimi ve demokrasinin yozlaşmış yönetim biçimleri arasında en az zararlı olanı olduğuna inanıyordu.

ETİK VE ALTIN ORAN

Sokrates genellikle erdem gibi şeylerin tanımlarını, temel niteliklerini keşfetme çabasıyla, iyileştirmekle meşguldü. Bu durum, sonradan Platon ve Aristotales’in ahlak felsefelerinde devam eden bir arayıştır. Uç noktalardan uzak durma, Aristotales ahlakı için önemli bir husustu. Aristotales, erdem yelpazesini iyiden kötüye giden bir şekilde düşünmedi; ona göre en uygun değer ölçütü Altın Orandı. Örneğin cesaret bir erdem olarak kabul edilir ancak bir uca götürüldüğü takdirde pervasızlığa, diğer uca götürüldüğü takdirde ise korkaklığa dönüşür ki ikisi de istenmeyen bir özelliklerdir. Benzer şekilde, adaletin gaddarlık ve yumuşaklık uçlarına sahip olduğu görülebilir. Altın Oran’a göre, ahlaki değerler gerektiğinden fazla uca gidilmediği sürece faydalıdır

DÖRT DÜŞÜNCE OKULU

Sokrates, Platon ve Aristotales üçlüsünün, tekrar edilmesi zor bir başarı yakaladıkları görüldü. Onlardan sonra Yunan felsefesi kısa bir süre içerisinde dört ayrı düşünce okuluna bölündü:

KİNİKLER
ŞÜPHECİLER
EPİKUROSÇULAR
STOACILAR

1-KİNİKLER

Sokrates’in geleneksel erdem fikirlerini, reddetme düşüncesini alarak aşırıya götüren "SİNOPLU DİYOGENES" ’in düşüncesini ve garip yaşam tarzını izledi. Diyogenes zenginlik, güç ve onur arzusunu, erdeme giden yolda, kişiyi iyi ve mutlu bir hayat yaşamaktan alıkoyan engeller olarak gördü. Gözden çıkarılmış bir seramik küveti evi belleyerek, paçavra giyip, yiyecek aşırarak, toplumsal geleneklerle görgü kurallarını görmezden gelerek yaşıyordu. Sokrates gibi Atina vatandaşlarının yanına sokularak onlarla konuşurdu ama daha eleştirel bir şekilde; gün ışığında bile “dürüst bir adam bulmasına yardımcı olması için” bir fener taşıdığı söylenir. Yaşam tarzı sebebiyle kendisine köpek lakabı verildi ve kurduğu felsefe okuluna kynikos (köpekvari) kelimesi kullanıldı.

2-ŞÜPHECİLER

Varsayımların sorgulanması felsefi soruşturmaların doğasında yer alır, ancak "PHYRRHON" ve takipçileri, yani şüpheciler, şüpheyi felsefelerinin merkezi ilkesi yaptılar. Platon gibi insan duyularına güvenilmeyeceğine ve bu nedenle olayların nasıl olduğunu değil, sadece nasıl göründüklerini bilebileceğimize inanıyorlardı. Nihai kesinlik yoktur düşüncesinden hareket ediyorlardı. Herhangi bir felsefi argümanın geçerliliğini reddediyorlardı. Buna rağmen özellikle bilim felsefesi ve yirminci yüzyılın mantık temel felsefeleri üzerinde güçlü bir etkiye sahip olacaktı.

3-EPİKUROSÇULAR

Kurucusu Epikuros “iyi hayatı bir doyum ve mutluluk arayışı olarak görmesine rağmen yaşamın amacını iç huzuruna sahip olmak ve korkudan özellikle de zihni meşgul eden ölüm korkusundan kurtulmak olarak görüyordu. İlkelerinin çoğu modern bilimsel ve liberal hümanizmde yeniden ortaya çıkacaktı. Epikuros insanların ölümsüz bir ruha sahip olduklarını inkar eden muhtemelen ilk filozoftur. Aydınlanmaya kadar çoğu filozof, duyuların ve aklın ayrı olduğu ve duyuların bedende, aklın ise ruhta yer aldığı görüşüne sahipti. Platon, formlar dünyası hakkında doğuştan gelen bilgimizi ruhun ölümsüzlüğüne kanıt olarak görmüştür. Ona göre bu bilgi, önceki varoluşumuzdan hatırlanıyordu. Aristotales de bedenlerimiz öldüğünde yok olan duyular aracılığıyla bilgi edinmemize rağmen ruhun, düşüncelerimizden sorumlu olduğunu ve beden olmadan da var olabileceğini ileri sürmüştür; çünkü ruh maddi değildir, bozulamaz ve bu nedenle de ölümsüzdür. Ölümsüz bir ruha olan inanç, çoğu din için çok önemlidir ve özellikle Doğu felsefesinin temel taşıdır.

STOACILAR

Antik Yunan’da ortaya çıkan son felsefe okulu stoacılık, kiniklerin ileri sürdüğü sadelikte ve insan doğasında bulunan erdem fikrinden evrilmiştir. Kıbrıslı Zenon tarafından kurulmuştur. Doğanın tek gerçeklik olduğunu ve bunun bir parçası olduğumuzu öğretmiştir. Akıl kapasitemizi kullanarak, üzerinde kontrolümüz olmayan şeyleri kabul etmeyi ve ayrıca yıkıcı duygularımızı kontrol etmeyi öğrenmemiz gerekmektedir. Erdem bilgisine sahip olan ve erdemli bir hayat süren kimse, başına gelen talihsizliklerden etkilenmeyecektir.

Stoacı felsefenin gelişimi, Yunan siyasi ve kültürel etkisinin azalması ve Roma gücünün artması ile aynı döneme denk gelir. Daha önce felsefeye yönelik ilgileri olduğu bilinmeyen Romalılar, stoacılığı kendi etik kültürlerine gayet uygun bulurlar. Stoacılık Seneca, Epiktetos ve Marcus Aurelius gibi düşünürler tarafından benimsenerek Roma İmapartorluğu’nun hakim felsefesi haline gelir.

DOĞU FELSEFESİ

Yakın zamana kadar, Batı felsefesi Çin ve Hindistan geleneklerinden kopuk bir şekilde gelişti. Doğu’da din ve felsefe arasındaki ayrım daha az belirgindi. Bir dine girmek aynı zamanda onun ahlak felsefesini de kabul etmeyi ve felsefede bir dine inanmayı gerektiriyordu. Çin’de "LAO TZU"
Laozi, Çin tarihi belgelerine göre milattan önce 6. yüzyılda Çuu Devletinin Kuu ilinde (Kǔ Xiàn), yani günümüzdeki Henan eyaletinin Lùyì kasabasında doğmuştur. Bir başka görüş ise, Çin'in Yüz Düşünce Okulu ve Savaşan Beylikler Dönemi olan MÖ 4. yüzyılda yaşamış olabileceğini söyler.
ile "KONFÜÇYÜS" M.Ö. 551 - M.Ö. 479 tarihleri arasında, Doğu Zhou Hanedanlığı döneminde yaşadığı sanılmaktadır. Kong Qiu (Wade-Giles: K’ung Ch’iu) adı altında, Lu devletinin (günümüzde Shandong eyaleti olan) Qufu şehrinde doğmuş ve aynı şehirde ölmüştür. Çin uygarlığının en önemli temsilcilerinden biri kabul edilir. Kongzi (Konfüçyüs), Çin geleneklerini derleyip yeni kuşaklara aktarmıştır. Öğretmenliği bir uğraş haline getirmiş ve kendine özgü eğitim yöntemlerini halka yaymayı başarmış bir düşünürdür. Hala da Çin ve çevresindeki kimi ülkelerde sosyal yapışkan niteliği taşıyan hakim ahlaki değerler Kongzi tarafından ortaya konmuş değerlerdir. ve Hindistan’da "SİDDHARTHA GAUTAMA"
Sidarta Gotama (/sɪˈdɑːrtə, -θə ˈɡɔːtəmə, ˈɡaʊ- ˈbuːdə, ˈbʊdə/), yaygın olarak Buda olarak bilinir, MÖ 6 veya 5. yüzyılda Hindistan'da yaşadığı tahmin edilen ve Budizm'in kurucusu olduğu düşünülen din adamı. "Buda" bir lakap olup kendisine ölümünden yüzyıllar sonra atfedilmiştir. Sanskritçede "uyanmış kişi" anlamına gelen Buda, peşine düştüğü yaşam ve ölümün ardındaki gerçeğin arayışı sonucu Sidarta Gotama'da oluşan ruhani aydınlanmayı anlatmak için kullanılan bir unvandır. Başka dinlerde de kutsal bir figür olarak kabul edilir. Kimi Hindu metinlerde insanları Vedik dinden soğutmaya çalışan tanrı Vişnu'nun avatarı olarak betimlenmiş, Bahailikte ise bir peygamber sayılmıştır. Bazı Müslümanlar da Buda'nın peygamber olduğunu iddia etmiştir.
gibi ilk büyük Doğulu filozoflar, ilk Yunan filozoflar kabaca çağdaştı ancak ahlak vurgularını Atina felsefesinden önce yapmışlardı. Bazı açılardan, vardıkları noktalar çarpıcı bir şekilde benzerdi, ancak Hıristiyanlığın gelişiyle, Doğu ve Batı felsefelerinin benzerliklerinden ziyade farklılıkları belirginleşti. 19. Yüzyılda bazı Batılı filozoflar Hint dinini felsefesini keşfetti ve bunlarla, özellikle Alman idealizminin görüşleriyle benzerlikleri fark etti. Son zamanlarda ise Doğu felsefelerinin dini yönleri öncelik kazanırken Doğu’daki felsefi düşünce Batı’nın etkisi altına girmiştir.

HIRİSTİYANLIK VE FELSEFE

Hıristiyan Kilisesi öğretileri, Orta Çağ Avrupa felsefesine egemen oldu. Hıristiyanlık, özellikle başlangıç döneminde felsefi akıl yürütmeye daha az, inanç ve otoriteye ise daha fazla vurgu yapmıştır. Felsefe şüpheyle karşılanıyor ve Yunan filozofların fikirlerinin başlangıçta Hıristiyan inancıyla bağdaşmadığı kabul ediliyordu. Ancak bazı Hıristiyan düşünürler Yunan felsefesinin unsurlarını, özellikle Platon ve Aristoteles’in yazdıklarını Hıristiyanlığa kattı. Bir çoğu yavaş yavaş entegre edildi. Roma İmparatorluğu’nun sonundan başlayıp Thomas Aquinas’ın kapsamlı felsefesiyle doruğa ulaşan müstakil bir Hıristiyan felsefesi ortaya çıktı.

İMAN VE AKLI UZLAŞTIRMAK

İlk önemli Hıristiyan filozof "AUGUSTİNUS" oldu. Annesi bir Hıristiyan olmasına rağmen önce imanı reddedip felsefe çalıştı ve bir süre İran kaynaklı Manihaizm dinine kendini kaptırdı. Ancak Yunan felsefesini ve özellikle Platon’u ve Plotinus tarafından ortaya konan Neo-Platonizm’i kapsamlı bir biçimde inceledikten sonra Hıristiyan oldu. Felsefesi, Hıristiyanlığa yaklaşımına etki etti. İkisi birbiriyle uyuşmaz olduğuna inanıyordu: Hıristiyanlık imanla, felsefe ise akılla nitelendiriliyordu, ancak Augustinus iman ve aklın yalnızca bir arada var olabileceğini değil, ayrıca birbirlerinin tamamlayıcısı olduğunu ileri sürdü. Platon’un felsefesini Hıristiyanlığın merkezine yerleştirdi. Çalışmaları, Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olarak benimsendiği zamana denk geldi ve "TANRI’NIN ŞEHRİ" kitabında, Platoculuktan alınma bir fikir olarak, bir yandan Tanrı’nın hükümranlığındaki ebedi ve gerçek dünyada yaşarken, bir yandan da dünyevi bir topluluğun vatandaşı olmanın nasıl mümkün olduğunu açıkladı.

TANRININ VARLIĞININ İSPATI

Bu durum iman meselesiyken, felsefenin dine dahil edilmesi rasyonel gerekçeyi teşvik etti. Akıl yürütme şöyle yapıldı: Etrafımızdaki dünyaya bakarsak düzenliliğe dair kanıtlar görürüz. Her şey bir amaç için tasarlanmış görünür ve her şey tasarlanmışsa bir tasarımcı Tanrı olmalıdır. Platon ve Aristoteles’teki fikirlerden geliştirilen bu düşünce sadece Augustinus ve Thomas Aquinas gibi Hıristiyan filozoflarda değil, aynı zamanda İslam filozofu İbni Rüşd’ün çalışmalarında da kendini gösterir.

ANTİK FELSEFENİN SONU

Hapishanede şahsına yöneltilen ihanet suçlamalarının infazını bekleyen Romalı filozof "BOETHİUS"
Anicius Manlius Severinus Boethius veya kısaca Boethius, Romalı senatör, konsül, magister officiorum, tarihçi ve filozoftur. 6. yüzyılın ilk dönemlerinde yaşamıştır. Büyük Teoderik'in hizmeti altına girmiş ve daha sonra Teoderik tarafından; kendisine yönelik bir komplonun içinde olduğu gerekçesiyle zindana atılmış ve 524'te idam edilmiştir. Zindandayken; kader, ölüm gibi konuları ele alan Felsefenin Tesellisi isimli eseri yazmıştır. Eser daha sonra Orta Çağ'ın en ünlü ve etkili eserlerinden biri haline gelmiştir.
, Felsefenin Tesellisi isimli eserini yazdı. Kitabında felsefeyi kişileştirerek kendisine teselli veren bir bilge gibi anlatmıştır. Bu dönemde Hıristiyanlık, felsefi fikirleri bünyesinde eritmeye başlamıştı. Artık antik dönemin felsefe anlayışının sonu gelmiştir. Hıristiyanlıkta felsefenin yeri, "BOETHİUS"
Anicius Manlius Severinus Boethius veya kısaca Boethius, Romalı senatör, konsül, magister officiorum, tarihçi ve filozoftur. 6. yüzyılın ilk dönemlerinde yaşamıştır. Büyük Teoderik'in hizmeti altına girmiş ve daha sonra Teoderik tarafından; kendisine yönelik bir komplonun içinde olduğu gerekçesiyle zindana atılmış ve 524'te idam edilmiştir. Zindandayken; kader, ölüm gibi konuları ele alan Felsefenin Tesellisi isimli eseri yazmıştır. Eser daha sonra Orta Çağ'ın en ünlü ve etkili eserlerinden biri haline gelmiştir.
un çalışmalarının "ORTAÇAĞ" Orta Çağ, tarihçiler tarafından MS 500'den 1500 yılına kadar uzanan dönemi ifade eden kavramdır. Orta Çağ, Antik Dünya ve modern zamanlar arasında ayrı bir dönem gibi görülür. Gerçekte Antik Dünya'nın net bir sonu yoktur. Doğu Akdeniz'de Roma İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu olarak adlandırılsa da, Roma'nın çöküşünden 1000 yıl kadar varlığını sürdürmüştür. Orta Çağ'ı hangi olayın başlatıp hangi olayın kapattığı konusunda bugün bile tarihçiler tarafından görüş birliği sağlanamamıştır. Ancak genel kabule göre Orta Çağ, MS 375 yılında gerçekleşen Kavimler Göçü veya 476'da Batı Roma İmparatorluğu'nun çöküşü ile başlamıştır. 1453 yılında, Osmanlı İmparatorluğu tarafından Konstantinopolis'in Fethi ile Bizans İmparatorluğu'nun yıkılışı veya 1492'de, Amerika kıtasının keşfedilmesiyle de Orta Çağ sona ermiştir. ve "RÖNESANS" Rönesans (Yeniden Doğuş), Orta Çağ ve Reform arasındaki tarihsel dönem olarak bilinir. 15 - 16. yüzyıl İtalya'sında batı ile klasik İlk Çağ (Eski Roma ve Yunan Eserlerinin incelenmesi) arasında sanat, bilim, felsefe ve mimarlıkta bağın tekrar kurulmasını sağlayan, Antik Yunan filozoflarının ve bilim insanlarının çalışmalarının çeviri yoluyla alındığı, deneysel düşüncenin canlandığı, insan yaşamı (hümanizm) üzerine yoğunlaşıldığı, matbaanın bulunmasıyla bilginin geniş kitlelerle paylaşımının arttığı ve kökten değişimlerin yaşandığı bir dönemdir. boyunca devam eden etkisi ile kendini göstermiştir.

SKOLASTİZM

Skolastisizm, hem Hıristiyan teolojisini öğretmek hem de bu metinleri derinlemesine irdelemek için titiz bir diyalektik akıl yürütme kullanan bir öğretim yöntemiydi. Din adamları ve akademisyenler fikirlerin Hıristiyan öğretisi ile uyumluluğu ölçmek için Platon ve Aristoteles tarafından geliştirilen akıl yürütme yöntemlerini kullandılar. Augustinus ve Thomas Aquinas da dahil olmak üzere filozofların teorileri de incelenmiş ve bunlar ya "DOGMA" Sabit, değişmeyen. yı savunmak için benimsenmiş, ya da sapkınca sayılarak reddedilmiştir.

TÜMELLER

Aristoteles mantığını iyi "ABELARD"

Pierre Abélard veya Pierre Abailard veya Pierre Abeilard (Petrus Abelardus) (1079, Nantes yakınlarında Le Pallet, Bretanya - 21 Nisan 1142, Chalon-sur-Saone yakınlarında Saint Marcel Manastırı, Burgonya), Fransız skolastik düşünürü, tanrıbilimci; dil, diyalektik ve ahlak filozofu.Tümeller sorununa getirdiği çözüm ve diyalektiği özgün kullanım biçimiyle tanınan Fransız ilahiyatçı ve felsefeci. Ayrıca şiirleri ve Héloise ile yaşadığı aşk macerasıyla da ünlüdür.
, Hıristiyanlığa dahil edilmiş Platonculuktan şüphe duydu. Hakim görüş Platon’un Formlar Teorisi’ne dayanıyordu. Tümellerin yalnızca düşüncelerimizde var olduğunu, gerçek değil, bir kavram olduğunu iddia etti. Kavramsalcılık olarak bilinen teorisine başlangıçta karşı çıkıldı, ancak Platon’un yanı sıra Aristoteles’in fikirlerinin de Hıristiyan teolojisine dahil edilmesi hareketine öncülük etti.

TANRININ VARLIĞI

Skolastisizmin yükselişi ve Hıristiyanlığın 11. Yüzyılda Aristoteles mantığını benimsemesiyle inanç meselelerini mantıksal argümanlarla uzlaştırmaya yeniden ilgi duyuldu. Skolastik hareketin kurucu babalarından biri, Tanrı’nın varlığı için önermeleri yapan "AZİZ ANSELMN"

Canterbury'li Anselmus, (1033, Aoste, Savoyard devleti - 21 Nisan 1109, Canterbury, İngiltere) Tanrı'nın varlığına ilişkin ontolojik kanıtıyla tanınan Benedikten keşişi, filozof ve ilahiyatçı. Felsefe tarihçilerine göre Anselmus Skolastiğin babasıdır ve "İkinci Augustinus". Öldükten sonra hemen Katolik Kilisesi tarafından Aziz olarak ilan edilmiştir. 1720'de Papa XI. Clemens tarafından Kilise Doktoru ilan edilmiştir. Yortusu 21 Nisandır.
di.

Anselm bizden mümkün olan en mükemmel varlığı hayal etmemizi ister. Ancak eğer böyle bir varlık mevcut değilse o, mümkün olan en mükemmel şey olamaz ve aynı mükemmelliğe sahip bir varlıktan daha düşük bir seviyede yer alıyor olmalıdır. Dolayısıyla mümkün olan en mükemmel varlık var olmak zorundadır. Anselm’in ifadesiyle, Tanrı, kendisinden daha yüce bir şeyin tasavvur edilemeyeceği şeydir. Pascal ise şöyle der: Tanrı varsa ve Onun varlığını inkar edersem ebedi ceza riski altındayımdır; eğer O varsa ve Onun varlığını kabul edersem cennette ebedi hayatı kazanırım. Ama eğer Tanrı yoksa bu, benim için hiçbir şey değiştirmeyecektir. Bunları göze aldığımızda ise Tanrı’nın varlığına inanmak daha güvenli bir bahistir.

THOMAS AQUANİS

Muhtemelen Orta Çağ Hıristiyan filozoflarının en büyüğü olan Thomas Aquinas’ın başlıca büyük başarısı, Platon ve Aristoteles’in görünüşte çelişkili duran felsefelerini sentezlemek ve Hıristiyan inancı için tamamlayıcı olduklarını göstermekti. Platon’un Formlar teorisindeki Tümeller görüşünden hareketle, şeylerin özü olarak adlandırdığı fikri türemiş ve bunun, o şeyin varlığından farklı olduğunu ileri sürmüştür. Örneğin bir ejderhanın, nitelikleri özü tanımlanabilir olsa da, varlığını inkar etmek mümkündür. Ayrıca, Tanrı her şeyi kendi tasarımına göre yarattığından, şeylerin özlerinin, varlıklarından önce gelmesi gerektiğini iler sürülecekti. Fakat kendisi zihinlerimizin boş bir levha gibi olduğuna da inanıyordu ve Aristoteles’ten, bilgiyi duyularımız aracılığıyla edindiğimiz fikrini almıştı.

Bu tür fikirleri inanç meselelerinden ayırmaya dikkat etmesine rağmen bunları uyuşmaz olarak görmedi. Bu rasyonel açıklamalar dünyayı öğrene şeklimizle ilgilidir ama yine de dünyanın, Tanrı’nın yaratımı olduğuna inanabiliriz. Yine de bu görüşlerin kilise tarafından kabul edilmesi zaman aldı.

Thomas Aquinas öz ve varlık fikirlerini, Anselm’in Tanrı’nın varlığına ilişkin öne sürdüklerini çürütmek için kullandı. Aristoteles’in nedenler kavramından hareketle daha güçlü bir kozmolojik argüman önerdi. Bir şeyin ilk neden olması, evrenin var olmasına neden olması gerektiğini ve bunun Tanrı olduğunu ileri sürdü. Açıklama olarak şöyle diyecekti: Evrenin, alenen var olmasına rağmen başka durumlarda var olmayabileceği düşünülebilir; bu yüzden de varlığı bir nedene bağlıdır. Bu neden ise var olmaması düşünülemez ve başka hiçbir şeye bağlı olmayan bir şey, nedensiz bir neden olmalıdır. Bunun Tanrı olduğunu anlıyoruz der.

NOMİNALİZM

Platon’un felsefesi, Augustinus döneminden itibaren Hıristiyan öğretisi tarafından özümsendiği için Aristoteles’in zıt fikirlerinin gelişi bir miktar dirençle karşılaştı. Skolastik filozoflar titiz bir Aristotelesçi metodoloji benimsediler, ancak Aristoteles’in Tümeller sorununa ilişkin görüşleri kilise öğretileriyle çelişiyordu.

Peter Abelard, kavramsalcılık fikriyle realizm fikrine meydan okuyan ilk kişilerden biriydi. Dun Scotus ve Ockhamlı William gibi 13. Yüzyıl filozofları, gerçek dünyadaki şeylerin özelliklerine atıfta bulunan isimler dışında, Tümellerin hiç var olmadığını savunarak daha da ileri gittiler. Hıristiyan felsefesi konuyla ilgili karşıt düşünce okullarına ayrıldı.

Rönesans sonrasında kıta rasyonalistleri ve İngiliz ampiristleri arasında devam edecek biçimde, Platon ve Aristoteles arasındaki farklılıkları yansıtan bir ayrılma yaşandı.

OCKHAM'IN USTURASI

Aristoteles’ten fazlasıyla etkilenen Ockhamlı William, gözlem ve deneyimden elde edilen kanıtların rasyonel tartışmalar için bir temel olarak kullanılabileceğine inanıyordu. Bu inanç, daha sonra ortaya çıkacak bilimsel yöntemin de habercisiydi. Bir şey için iki alternatif açıklama olduğunda, bütün sonuçların eşit olduğu şartlarda, daha basit açıklamanın doğru olması daha muhtemeldir. Gereksiz varsayımları “tıraş etmeli” ve en az neden, etken veya değişkenli açıklamayı seçmeliyiz. Ockham’ın öğrencisi Jean Buridan, seçenekler arasında rasyonel seçim konusunda farklı bir paradoksa adını vermiştir. Buridan’ın eşeği, eşit derecede cazip görünen iki sama balyasının tam ortasında duran aç bir hayvandır. Eşek, ikisi arasında seçim yapamaz ve sonunda açlıktan ölür. Yani karar verdiğimiz sürece kararın ne olduğu önemli değilken, ikisini de seçmeme riski altında bulunuyoruz. Aristoteles’in metodik, ampirist felsefesi Hıristiyanlığa ancak Orta Çağ’ın sonlarında yavaş yavaş entegre olabildi.

ERASMUS

Orta Çağ skolastisizmi, rasyonel felsefi düşünceyi Hıristiyan teolojisi ile uzlaştırmaya çalışmıştı, ancak ikisinin ayrı tutulması gerektiğine dair giderek büyüyen bir görüş ortaya çıkmştı: Felsefe akla dayanır, din ise iman üzerine kuruludur.

Erasmus, bireye yapılan "HÜMANİST" vurguyu dikkate alarak bireyin Tanrı ile ilişkisinin Katolik inancından daha anlamlı olduğunu savundu. Hıristiyan kutsal metinlerinin savunduğu, sadelik, saflık ve alçak gönüllülük gibi değerlerin temelde insani özellikler olduğunu öne sürdü.

REFORM

Martin Luther’in 1517’de endülüjans meselesinden dolayı Katolik kilisesine karşı yazdığı 95 Tez, Protestan Reformu’nun fitilini ateşledi. Matbaanın icadıyla bilgiye erişim Katolik Kilisesi’nin kontrolünün ötesine geçti ve Orta Çağ skolastik felsefesinin hakimiyeti sonra erdi. Yeni hümanist fikirler ilk başta Rönesans’ın kültürel ve sanatsal hareketlerinde ortaya çıktı, ancak bununla birlikte bilim ve felsefe için verimli bir zemin sağladı. Bu fikirler modern felsefe ve bilimin başlangıcını belirleyen on sekizinci yüzyıl “Akıl Çağı” ile zirveye çıktı.

FELSEFE VE İSLAM

7. yüzyılda Hz. Muhammet tarafından tesis edilmesinin ardından İslam, Arabistan’dan hızla Asya, Kuzey Afrika ve hatta Güney İspanya’ya yayıldı. İslam’ın büyüklük ve etkisi bakımdan Hıristiyan Avrupa’nın karşısında yükseldi ve istikrarı gelişen bir kültür yarattı. İslami “Altın Çağ” 750 civarında başladı ve beş yüzyıldan fazla sürdü. İslam, ilmi teşvik etti ve dönemin Hıristiyanlığından farklı olarak, din ve rasyonel araştırmanın yan yana var olabileceğini kabul etti.

Teolojinin yanı sıra bilim ve felsefe eğitimi de almış birçok konuda bilgili Müslüman bilim adamları hem Grek metinlerin hem de Hindistan’dan gelen bilimsel ve matematiksel eserlerini koruyup tercüme ettiler. Sonuç olarak, ilim adamları astronomi, tıp, matematik ve simya gibi alanlarda Hıristiyan dünyasında mümkün olmayacak bir ilerleme kaydetti. Belirgin bir İslam felsefesi okulu ortaya çıktı ve iki büyük figür, İbni Sina ve İbni Rüşd; Platon ve Aristoteles’in fikirlerini İslam teolojisine dahil etti.

İBNİ SİNA

Aristotelesçi felsefe ve bilim İslam’ın “Altın Çağı” sırasında serpilip gelişti. Özellikle Bağdat ve Şam, Kindi ve Farabi gibi filozof-bilim adamlarını çekerek entelektüel etkinlik merkezleri haline geldi. Batı’da Avicenna olarak bilinen İbni Sina , büyük bir hekim, filozof ve teologdu. Aristoteles’i incelemesine rağmen, Platon’dan ve içinde yaşadığımız dünyadan ayrı bir maddi olmayan şeyler alemi olduğu şeklindeki düalizm fikrinden etkilendi. Duyularımızla aklımızın benzer bir biçimde ayrı olduğunu savunarak düalizm fikrini daha da geliştirdi. Bu düşünceyi; gözleri bağlı ve havada süzülen, bütün duyularından tamamen mahrum edilmiş bir “uçan adam” imgesiyle tasvir etti. Bu uçan adam, duyularından hiçbir bilgi almamasına rağmen, var olan ama fiziksel bir özü olmayan bir “ben” i ya da “ruh”u olduğunun farkındadır. Zihin ve beden bir arada var olmakla birlikte ayrıdır; ya da ruh, maddi olmayan şeyler aleminde bulunur ve fiziksel beden öldüğünde yok olmaz.

İBNİ RÜŞT

İbni Sina’nın Aristoteles’in fikirlerini Yeni Platoncu bir biçimde ele alışı 11. Ve 12. Yüzyıllarda İslam’ın hakim felsefesiydi ama bunu eleştiren yok değildi. Gazali gibi teologlar Aristotelesçiliği Kuran’a aykırı gördü, ancak Gazali’nin itirazları, ironik biçimde, Aristoteles’in İslam felsefesindeki etkisini güçlendiren bir tepkiyi tetikledi. Gazali’nin en güçlü aleyhtarı Müslüman Güney İberya’dan İbni Rüşt’tü. İbni Rüşt, Gazali’nin iddialarını çürütmenin yanı sıra İbni Sina’nın Platon’dan esinlendiği fikirlerinin çoğunu reddederek Aritoteles’in çok daha ampirik ve rasyonel yaklaşımını savundu. Din ve felsefe arasında bir bağdaşmazlık olmadığını ifade etti: Kuran, felsefi akıl yürütme ile yorumlanabilecek şiirsel, mecazi bir gerçeği sunmaktaydı. Bununla birlikte, bunun sadece gereken eğitime sahip ilim adamları tarafından yapılması gerektiğine inanıyordu ki paradoksal bir şekilde bu fikir Platon’un fikirlerine benzerdir. Fikirleri bazı tartışmalara yol açsa da eserlerinin çevirileri, Orta Çağ Avrupası’nın Hıristiyan skolastik felsefesi üzerinde önemli bir etkiye sahip oldu.

BATI FELSEFESİNDE İSLAM ETKİSİ

İslam felsefesi büyük ölçüde, İbni Rüşt ve İbni Sina gibi filozofların Platon ve Aristoteles’in fikirlerine kendi yorumlarını eklemeleriyle Yunan geleneğinden serpilmiştir. Bu filozofların çoğu, kadim metinlerin korunduğu ve tercüme edildiği Bağdat’taki Beytül Hikme (Bilgelik Evi) gibi büyük İslam şehirlerinin medreselerinde ve kütüphanelerinde çalıştı. Bu, putperest felsefesi olarak gördükleri şeye karşı şüphe besleyen Hıristiyan ilim adamlarının tutumlarına zıt bir durumdu. Bununla birlikte 11. Yüzyılda Kudüs, Sicilya ve Müslüman İspanya’nın bir kısmının Hıristiyanlarca fethi iki kültür arasındaki teması artırdı. Avrupalı ilim adamları kadim metinlere ve İslami yorumlarına erişerek bunları Latinceye çevirdi. Kadim fikirlere yeniden erişim, Hıristiyan Avrupa’da felsefeye yeni bir ilgi duyulmasını sağladı ve özellikle Aristoteles’in eserleri skolastik harekete temel sağladı. Bir o kadar önemsli olan bir husus, her ne kadar etkilerinin görünür hale gelmesi çok zaman almışsa da Müslümanların bilimsel ve matematiksel fikirlerinin erişebilir hale gelmesi oldu.

RÖNESANS

Yaklaşık bin yıllık bir kontrolün ardından "KATOLİK KİLİSESİ" "RÖNESANS" ta Avrupa’nın kültürel ve entelektüel yaşamı üzerindeki hükümranlığını kaybetti ve filozofların dikkatlerini daha insancıl meselelere yöneltmelerine olanak tanıdı. Yeni "SEKÜLER" güçlerin ortaya çıkması, yeniden siyaset felsefesine ilgi yarattı. Aynı zamanda bilim “doğa felsefesi” adı altında yavaş yavaş kendi otoritesini ortaya koydu. Nikolas "KOPERNİK" in Dünya’nın evrenin sabit merkezi olmadığını söyleyen 1543 tarihli bildirisi, kilise dogmasını yerinden eden bilimsel bir devrimin sadece başlangıcıydı. "GALİLEO" ve "FRANCİS BACON" gibi bilim adamlarının çalışmaları bilim ve felsefenin bütün yönlerini etkileyen daha sistematik bir yönteme zemin hazırladı. Bu ise on yedinci ve on sekizinci yüzyılın "AKIL ÇAĞI" na veya Aydınlanma Çağı’na yol açtı ve modern çağda felsefe için gündemi belirleyen büyük düşünce okullarını üretti. Kıta Avrupası’nda "RASYONALİZM" , İngiltere’de ise "AMPİRİZM" doğdu. Aynı zamanda modern "DEMOKRASİ" lerin kurulmasına yol açan siyaset felsefeleri doğdu.

MACHİAVELLİ VE SİYASETTE SEKÜLERLİK

"FLORANSA" , Rönesans’ı karakterize eden kültürel hareketin doğduğu yer olarak kabul edilir ancak aynı zamanda ilk İtalyan cumhuriyetlerinden biriydi ve kilise ile devlet arasında birbirini izleyen gerilimler sebebiyle entrikalara ve siyasi hilelere de sahne oluyordu. Böyle bir ortamda ilk modern, seküler siyasi filozof "NİCCOLO MACHİAVELLİ" ortaya çıktı. Görünüşte iktidarın nasıl kazanılacağı ve nasıl kullanılacağı hakkında bir el kitabı olan Hükümdar, siyasetin gerçekçi bir betimlemesiydi.

Machiavelli ideal bir siyasi toplumu teorize etmenin faydasız olduğunu savundu ve şahsi bireysel ahlak ile hükümdar ve devletin menfaatini ayırdı. Ona göre, bir hükümdar gerektiğinde şiddet kullanarak veya hileye başvurarak ahlaka aykırı davranmaya hazır olmalıydı. “Elde edilen sonuçları düşün, bunlara giden yolları değil”. Ancak Machiavelli özünde bir "CUMHURİYET" çiydi ve muhtemelen Hükümdar, "FRANCİS BACON" ın ifadesiyle, “insanların betimlenmesinden ibaretti. Machiavelli’nin Hükümdar’ındaki siyasi gerçekçiliğin örtülü mesajlarından biri “amaçların araçları meşru kıldığı”dır. Bu, siyaset felsefesinde ve akabinde bir bütün olarak ahlak felsefesinde yaşanan, bir eylemin ahlakiliğini niyetler veya güdülerden ziyade sonuçları üzerinden değerlendirme şeklindeki önemli bir değişimin göstergesiydi. Rönesans hümanizmin bir sonucu olarak, ahlaki açıdan doğru olan davranışalar artık dini otorite tarafından dikte edilmiyor; iyilik ve kötülük fikirleri Hıristiyan inancındaki kadar mutlak sayılmıyordu. Siyaset felsefesi de benzer şekilde, toplum için ideal bir yapıya dayanamazdı.

Sonuçların, davranışların doğruluğunu değerlendirmek için temel sayıldığı "SONUÇÇULUK" fikri, Rönesans’tan "AYDINLANMA" ya kadar ahlak felsefesinde yaygın bir yaklaşım haline geldi ve on sekizinci yüzyılın sonları ile on dokuzuncu yüzyılın başlarındaki faydacılık akımını etkiledi. Ahlaki yargıların temeline yönelik vurgu, "IMMANUEL KANT DEONTOLOJİK" (Görev Temelli) ahlak felsefesi sistemini ileri sürene kadar güdüler ve niyetlerden ziyade sonuçlar üzerinde kaldı.

BACON VE BİLİMSEL YÖNTEM

Avrupa düşüncesindeki İslam “Altın Çağı” mirası, kısmen, "ARİSTOTELES" in gözlem, çözümleme ve sınıflandırma fikirlerine dayanan zengin bir bilimsel bilgiydi ancak özellikle tıp, "SİMYA" gibi alanlarda farklı bir İslam deney geleneğini ihtiva ediyordu. Rönesans’ta, Avrupalı bilim adamları bu ilkeleri benimseyerek astronomi, matematik ve biyoloji bilimlerinde önemli ilerlemeler kaydetti. Bununla birlikte, on yedinci yüzyılın başında Francis Bacon’ın "NOVUM ORGANUM" uyla bir dönüm noktası yaşandı. İngiliz filozof, geleneği sürdürmek yerine, bilimsel araştırma yönteminin kendisini inceledi ve daha sistematik bir yaklaşım ileri sürdü. Bacon verilerin gözlemlenmesi, toplanması ve çözümlenmesini, bir hipotez oluşturulmasını ve incelemeci deneyler yoluyla teyit edilmesini takip eden bir süreci savundu. Bu tümevarım süreci modern bilimsel uygulamanın temelini oluşturur. Bacon’un kanıt ısrarı aynı zamanda İngiliz ampirist hareketini de etkilemiştir.

DOĞA DURUMU

Rönesans Avrupası, gelişen kültürünün yanı sıra Orta Çağ feodalizminin yerini alacak yeni bir siyasi düzen bulma girişimleriyle de dikkat çeker. Bu dönemde bağımsız devletler, cumhuriyetler ve monarşiler ortaya çıktı ve bunların nasıl yönetilmesi gerektiğine dair bir ilgi doğdu. İngiltere’de monarşi bir iç savaşta devrildi, ancak kısa ömürlü bir cumhuriyetçi Milletler Topluluğu’nun ardından, Parlamento’nun rızasına tabi olan bir anayasal monarşi olarak tekrar tesis edildi. Bu devrimci dönem sırasında "THOMAS HOBBES" , toplum ve hükümetin doğasını inceleyen "LEVİATHAN" ı yazdı. Kuşkusuz iç savaşın dehşetinden etkilenen Hobbes, siyasi düzenin olmadığı “doğa durumu” olarak adlandırdığı koşullarda, sınırsız özgürlüğün herkesin kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesine olanak sağladığını ileri sürdü. Her bir insan hayatta kalmak için diğerine karşı daimi bir savaşa girer ve hayat “ yalnız, yoksul, iğrenç, vahşi ve kısa’dır. Hobbes’a göre çözüm, ,insanların toplumsal sözleşme çerçevesinde kendilerini güvenlik ve refah karşılığında bir egemenin idaresine tabi kıldıkları sivil toplumların inşa edilmesindeydi.

TOPLUM SÖZLEŞMESİ

Leviathan’da Hobbes, hukukun olmadığı doğa durumunu sivil toplumun siyasi düzeniyle karşılaştırır. Böyle bir topluma geçişi sağlamak için ilgili herkesin rızası olması gerektiğini açıklar; “Doğal haklardan el çektirecek ve yasaları dayatıp uygulayan bir otoriteye iktidara devredecek bir toplum sözleşmesi gereklidir. Toplum sözleşmesi bireylerin özgürlüğünü mecburen kısıtlasa da onları, Hobbes’un kanunsuzluğun kötülükleri olarak gördüğü şeylerden korur. Hobbes, otoritenin ideal olarak tek bir kişiye verilmesi gerektiğini savunacaktı: Bir KRAL veya hatta bir "TİRAN" bile "KAOTİK" bir toplumdan yeğdir.

Başka filozoflar toplum sözleşmesi fikrini kabul ettiler ancak Hobbes’un "MONARŞİ" tercihine katılmadılar. İnsan doğasına dair o kadar da kötü düşünmeyen ve otoriteden şüphe duyan "JOHN LOCKE" daha eşitlikçi bir sistem ileri sürdü. Bu sistemde iktidar, yönetenlerin rızasıyla doğal özgürlükleri korumak için verilmekte ve yönetilenlere zorba ve etkisiz hükümetleri görevden alma hakkı gibi sivil haklar tanınmaktadır.

Sivil toplumu kuran toplum sözleşmesinin ortaya çıkması Orta Çağ feodalizminin sona ermesi anlamına geliyordu.

VOLTAİRE VE ANSİKLOPEDİSTLER

Akıl Çağı’da siyaset felsefesi 18. Yüzyıl Fransasında kendine özel bir ses buldu. Hobbes ve özellikle Locke’un Toplum Sözleşmesi teorilerinden etkilenen bazı Fransız düşünürler, temsil kabiliyeti daha yüksek bir hükümetin, mevcut hükümdar ve aristokrasi yönetiminin yerine geçmesini savundu. Bunların başında, eğitimin insanların, geleneksel otoriteleri kabul etmek yerine siyasete katılmasını sağlayabileceğine inanan "DENİS DİDEROT" ve "JEAN LE ROND D’ALEMBERT" gibi devasa Ansiklopedi yazarları yer alıyordu. Ayrıca Voltaire’in kilise ile devletin ayrılması, ifade ve din özgürlüğü ve genel itibariyle daha hoşgörülü bir toplum için yürüttüğü mücadeleden de etkilenmişlerdi. Voltaire’in kendisi, aklın ve gözlemin Tanrının varlığını doğruladığına inanan bir deistti ancak yerleşik kiliseye ayıracak pek zamanı yoktu. "DİDEROT" ve "D’ALEMBERT" ise her türlü dini otoriteye veya ilahi temelli hükmetme iddialarına meydan okuyan, sözünü sakınmayan ateist materyalistler olmuşlardı. Hükümet eleştirilerinin bir cumhuriyet talebine dönüşmesine ramak kalmıştı ancak bu eleştiriler, zamanın giderek büyüyen ruh haliyle uyumluydu.

JEAN- JACQUES ROUSSEAU

Fransız filozof "JEAN-JACQUES ROUSSEAU" , toplum sözleşmesinin yeni bir yorumunu ortaya koydu. Rousseau aslında kendilerine bir doğa durumu özgürlüğü verildiğinde insanların doğuştan iyi olduklarını fakat bu iyiliğin modern kültür tarafından bozulduğunu ileri sürerek Hobbes’un fikirlerini tepetaklak etti. Uygar toplumlar hak ve özgürlükleri değil, özel mülkiyeti korumak için oluşturulmuştur ve bu toplumun kısıtlayıcı adaletsiz yasaları eşitsizliği büyütür. Rousseau’nun sunduğu alternatif, volonte generale, yani genel iradenin karar verdiği yasama yoluyla halkın doğrudan yönetimiydi. Halkın yarattığı yasalar bireysel özgürlükleri kısıtlamayacak, kuşatacaktır. Bununla birlikte, insanların gerçekte de ne istediklerini bilmeleri için eğitilmeleri gerektiğini söyleyerek temkinliliğe davet eden bir not da düşmüştür.

Rousseau’nun oldukça "PASTORAL" fikirleri sonradan romantik hareket tarafından sahiplenildi, ancak bundan önce meşhur “insan özgür doğar ancak her yerde zincire vurulmuştur” sözü Fransız İhtilali’nin düsturu olarak kabul edildi.

Not: Özel mülkiyet ve arazi mülkiyeti fikirlerine dayanmayan yerli Amerikan toplumları, Rousseau’nun görüşlerine Avrupa toplumundan daha yakındı.

ÖZGÜRLÜK

Toplum sözleşmesi fikirlerinden yola çıkarak geliştirilen siyaset felsefesi, özgürlük fikrine sıklıkla atıfta bulunmuştur ancak bu kavrama getirilen yorumlar farklı farklıdır. Örneğin Hobbes, doğa durumunun sınırsız özgürlüğünü bir kötülük olarak gördü ve özgürlükten feragati uygar toplumun bir gerekliliği olarak düşündü. Locke ise toplumun doğal hakların özgürlüğünü koruduğunu düşünüyordu. "VOLTAİRE" ve "ANSİKLOPEDİSTLER" otoriter yönetimden kurtulmaya inanırken Rousseau toplum ve gelenekten kurtulmayı savundu; daha sonra "KARL MARX" ise işçi sınıfının sömürüden özgürleşmesini savundu. Fransız ve Amerikan devrimleri özgürlüğü kendilerine parola edinirken, 19. Yy İngiliz "LİBERALİZM" i "JOHN STUART MİLL" in başkasının özgürlüğüne karışılmadığı sürece istenilen şekilde davranma özgürlüğü ilkesine odaklandı. Yunan filozoflarının keşfettiği adalet ve erdem kavramları gibi özgürlüğü de tanımlamak zordur ve kavramın kapsamlı bir incelemesi ancak 20. Yy’da "İSAİAH BERLİN"" in çalışmalarıyla yapılmıştır.

DEVRİM: ESKİ MONARŞİLERİ DEVİRMEK

Monarşi ve "ARİSTOKRASİ" nin gücüne meydan okunurken Avrupa’daki siyasi değişim 17. Yyda hız kazandı. Rönesans hümanizmi herhangi bir ilahi temelli hükmetme iddiasının sorgulamış ve birçok yerde klasik bir demokratik cumhuriyet fikri yeniden canlanmıştı. Bu tür fikirler doğal olarak dirençle karşılaştı ve böylelikle eski düzenler genellikle zorla yerlerinden edildi. Aydınlanmanın ilk devrimi, monarşinin devrildiği ve gücün Parlamento’ya aktarıldığı İngiltere’de yaşanmıştı. Siyasi güçteki bu değişim, Hobbes ve Locke’u toplum sözleşmesi teorisini geliştirmeye sevk etti ve bu isimlerin siyaset felsefeleri başka yerlerdeki filozoflara ve siyaset düşünürlerine ilham verdi. Fransa’da Voltaire, Diderot ve özellikle Rouseau, değişimin gerekliliğini açıklamak için toplum sözleşmesi fikrini benimserken Amerika’da İngiliz "THOMAS PAİNE" felsefeyi siyasi aktivizme çevirdi. Amerika ve Fransa’daki devrimler “yaşam, özgürlük ve mutluluk arayışı ile özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganlarında somutlaşan benzer siyasi ideallere sahipti ve her iki slogan da Aydınlanma felsefesinden esinlenilerek bulmuştu.

RASYONALİZM

Matematiğin teorik mantığı, 17. Yüzyıl rasyonalizminin ortaya çıkışı üzerinde önemli bir etki yarattı. Genellikle Akıl Çağı ya da Aydınlanma olarak bilinen 17. Ve 18. Yüzyıllar, inanç ya da geleneksel erdemin kabulünden ziyade bilimsel akıl yürütme yoluyla bilgi üretmede kaydedilen ilerlemelerle şekillenmiştir. Avrupa’nın çoğunda bu, rasyonalizm olarak bilinen felsefi yaklaşımda kendini gösterdi. Bilim ve özellikle matematik, duyularımızın güvenilmez olduğunu ve bu yüzden dünyayı rasyonel düşünce ile anlayabileceğimizi savunan Rene Descartes gibi filozoflara ilham verdi. "EPİSTEMOLOJİ" ye, yani bilgi edinme şeklimize yönelik bu yaklaşım "PLATON" un duyusal algıya dair güvensizliğini hatırlatmaktaydı. Descartes’ın titiz yaklaşımı, matematiksel yöntemi felsefi sorgulamaya entegre ederek felsefe tarihinde bir dönüm noktası oldu. "RASYONALİZM" , "SPİNOZA" ve "GOTTFRİED LEİBNİZ" (ikisi de önemli derecede başarılı matematikçilerdir) tarafından şevkle benimsendi ve Kıta Avrupası’nda baskın felsefi düşünce ekolü halini aldı. Ancak İngiltere’de, aynı köklerden karşıt bir düşünce ekolü olan amprizm ortaya çıktı.

DESCARTES: COGİTO, ERGO SUM

Rene Descartes metafizik ve epistemoloji meselelerine matematiksel bir ispata yaklaşır gibi yaklaşmayı hedefledi. Yöntemi, herhangi bir şüphe taşıyabilecek her şeyi ortadan kaldırmak ve çalışmaları için dayanak noktası kabul edebileceği kesinlikler –matematiksel aksiyomlara benzeyen apaçık gerçekler- oluşturmaya çalışmaktı.

Descartes, duyularımız kolaylıkla aldatılabildiği için bulunduğumuz dünyada hiçbir şeyin varlığından emin olamayacağımızı ileri sürerek aşırı şüpheci bir görüş benimsedi; gerçeklik diye düşündüğümüz şeyin aslında bir yanılsama olmasına varacak kadar aldatılmış olmamız dahi mümkündü. Herhangi bir kesin bilgi için bir temel yok gibi görünebilir fakat Descartes’in büyük kavrayışı şudur ki her şeyden şüphe ettiği için şüphelenmek adına kendisinin var olması gerekmektedir. Cogito, ergo sum (düşünüyorum, öyleyse varım). İlk kesinlik denen şeye dönüşmüştür ki Descartes bütün felsefi sorgulamaları için bunu temel almıştır.

ZİHİN-BEDEN DÜALİZMİ

Descartes “Cogito, ergo sum”u, bir hareket noktası olacak bir ilk kesinlik olarak belirlerken, üstü kapalı bir biçimde kendisini de düşünen bir varlık olarak tanımlar. “düşünüyorum, öyleyse varım” ifadesindeki “ben” düşünen kısımdır, aldatılabilen fiziksel duyulardan ayrıdır. Descartes buradan hareketle zihnin, yani “düşünen şey”in sadece bedenden ayrı olmadığını, aynı zamanda temelde farklı bir şey olduğunu çıkarsadı. "ZİHİN-BEDEN DÜALİZMİ" olarak adlandırılan bu inanç yeni değildi; birçok klasik filozof bedenden bağımsız bir “ruh”un varlığına ve çoğu din de ölümsüz ruhların bulunduğu bir aleme inanıyordu ama Descartes bu meseleyi sistematik bir şekilde sunan ilk kişiydi. Descartes, duyuların beyne bilgi taşıdığına ve burada bu bilginin, maddi olmayan bir ruh veya zihne aktarıldığına inanıyordu.

Bedenlerimiz fiziksel, maddi bir TÖZden oluşurken zihinlerimiz ruhsal, manevi tözden oluşmuştur. Bu tözsel düalizm aracılığıyla yapılan ayrımlar dış dünyaya genişletilir. İnsanlar, akıl yürütme yeteneğine sahip oldukları için fiziksel bedenlerin yanı sıra zihne de sahiptir. Akıl yürütemeyen şeylerin zihinleri yoktur ve bu nedenle sadece maddi nesneler olarak var olurlar.

Descartes, düşünüyorum öyleyse varım ifadesine ulaşmak için, emin olabileceğimiz şeylerin sınırlandırılacağı bir düşünce deneyi tasarladı. Diyelim ki bildiğimi düşündüğüm her şey hakkında beni aldatan, kötü ve güçlü bir şeytan var. O zaman sahip olduğun her inanç şüphelidir; çünkü beni inandıran şeytan olabilir. Bana kalan emin olabileceğim tek inanç varoluşumdur, çünkü eğer ben var olmasaydım şeytan beni aldatamazdı. Bu düşünce deneyi, bütün fiziksel duyularından gelecek bilgilerden mahrum bırakılmış "UÇAN ADAM" fikrine benzerdir. Bu fikirde "İBNİ SİNA" yı benzer düalist sonuçlara götürmüştür. “aldatıcı şeytan” kavramının modern versiyonları da vardır: Kötü bir bilim insanı beynimi bir besin kabında tutarak onu elektrikle uyarıyor ve böylelikle ben aldatıcı bir gerçeklik hissi veren fiziksel duyumlar deneyimliyorum. Yakın zamanlarda bu düşünce; bildiğimi dünyanın sanal bir dünya, kablolarla bağlı olduğumuz bir bilgisayar simülasyonu olduğu mesajı üzerinden "MATRİX FİLMİ" (nde) ele alındı.

MAKİNEDEKİ HAYALET

Zihin- beden düalizmi fikriyle Descartes METAFİZİKte modern düşüncenin gündemini belirledi. Ancak bütün filozoflar onunla aynı fikirde değildi; kimi var olan her şeyin fiziksel bir töze sahip olduğunu, kimiyse bütün gerçekliğin temelde zihinsel ve manevi olduğunu öne sürdü. Ancak 1949’da "GİLBERT RYLE" , Zihin Kavramında zihinsel ve fiziksel tözler arasındaki ayrıma karşı çıktı. Ona göre zihni, fiziksel duyularımızın vücutta yer alması gibi, düşüncelerin bilginin ve duyumların var olduğu bir yer olarak düşünmek yanlıştı. Ryle, fiziksel bir tözden ayrı bir maddi olmayan zihinsel töz düşüncesini bir kategori hatasının sonucu olduğunu belirterek "MAKİNEDEKİ HAYALET" kavramsallaştırmasıyla reddetti. Bu kategori hatası, örneğin seçmeni seçimlerde oy veren insanlardan ayrı, bir tür hayali varlık olarak düşünmekle aynı olduğunu söyledi. Ya da bir ziyaretçinin Oxford’un fakültelerini ayrı ayrı gezdikten sonra “üniversite nerede?” diye sorması olabilir.

HAYVAN OTOMATLARI

17. ve 18. Yüzyıllarda bilim ve mühendislik alanındaki gelişmeler, fiziksel dünyaya dair "MEKANİSTİK" bir bakış açısı getirdi. Nesneler ve eylemleri, fizik yasalarına tabi olarak makinelerle aynı çerçevede açıklandı. Descartes’in düalizminde fiziksel olan ile zihinsel olan arasındaki fark barizdi ve insan düşüncesi ile bilincini fiziksel alemin dışına yerleştiriyordu. Bu, insanların rasyonel düşünceye sahip olduğu fikrine dayanıyordu. Peki ya hayvanlar?

Genellikle hayvanların akıl yürütme yetisine sahip olamadıkları ve bu nedenle insan zihni gibi, maddi olmayan bir zihinsel tözleri olmadığına inanılıyordu. KARTEZYEN görüşe göre, hayvanlar sadece fiziksel dünyanın bir parçasıdır, fiziksel yasalara tabidir ve makineler gibi davranırlar: eylemlerini bilinç veya zihinsel faaliyete kanıt diye yormak hatadır. Bu fikir o dönemde, hayvanlara benzer davranışlar sergileyen ama aklı olmayan, ustaca yapılmış otomatlar aracılığıyla desteklendi.

SPİNOZA: TÖZ VE NİTELİKLER

Flemenk filozof Benedict "SPİNOZA" , sadece "OPTİK" te değil, aynı zamanda fizik, astronomi ve matematik konularında da kapsamlı bilgiye sahip bir mercek imalatçısıydı. Bir filozof olarak, Descartes’in kendi bilimsel düşüncesine tam uyan "RASYONALİST" "EPİSTEMOLOJİ" den etkilendi ancak Descartes’in zihin beden düalizmine katılmıyordu. Rasyonel düşüncelerimizin fiziksel duyularımızdan farklı olduğunu fark etmesine rağmen, zihin ve beden apaçık bir biçimde etkileşimde bulunduğu için bunların ayrı olduğunu ya da iki farklı zihinsel ve fiziksel töz olduğunu kabul edemezdi. Bunun yerine, "ETHİCA" kitabında bir "MONİZM" biçimi önerdi. Spinoza’ya göre, var olan her şey bu tek tözden oluşur, ancak aynı zamanda bu töz hem fiziksel, hem de zihinsel niteliklere sahiptir: Tek töz bir başına ne fiziksel ne de zihinseldir, ancak her ikisinin de niteliklerini sergiler. Spinoza’nın “nötr monizmi” veya “nitelik düalizmi”, Descartes’in tözsel düalizminin ortaya çıkardığı maddi ve maddi olmayan tözler arasındaki etkileşim sorununa bir çözüm sağladı.

Spinoza son derece dindar bir adamdı ve evrenin gün geçtikçe daha mekanistik bir biçimde yorumlanmasında Tanrı’ya –evrenin yaratıcısı olmasının haricinde- çok az yer verilmesinden endişeliydi. Spinoza, zihinsel ve fiziksel olan birbirinden ne kadar ayrıysa işte Tanrı’nın da dünyadan o kadar ayrı olduğuna ve O’nun sonsuz ve her şeyi kuşatan olduğuna, dolayısıyla Tanrının olmadığı herhangi bir şey olamayacağına inanıyordu; O, dünyanın dışında veya içinde değildir, bizzat dünyanın kendisidir. Spinoza için Tanrı, dünyayı oluşturan ve hem fiziksel hem de zihinsel özelliklere sahip olan tek tözdür; bu nedenle ona dair dini, felsefi ve bilimsel kavrayışlarımız aslında aynı gerçekliğin farklı yönleridir. Evren, doğa veya Tanrı aynı şeydir. Panteist olmasına rağmen, inancı o dönem ateizme eşdeğer görüldü: "SİNAGOG" dan "AFOROZ" edildi ve Tanrıbilimsel Politik İnceleme kitabı kilise tarafından yasaklandı.

İKİ TÜR DOĞRU

Descartes gibi "GOTTFRİED LEİBNİZ" de felsefeye olduğu kadar matematiğe katkıda bulundu. Duruşu esasen rasyonalistti ancak bilginin akıl yürütme ile erişebilir olması gerektiğine inanmasına rağmen, rasyonel yetilerin kusurlu olduğunu ve bazı bilgilerin dış dünyadan gelmesi gerektiğini kabul etti. Leibniz “iki tür doğru” tanımladı. “Akli doğrular” ve “Olgusal doğrular”. Tüm bekarlar evlenmemiş kimselerdir gibi bir ifadenin, olgulara atıfta bulunmadan terimlerini çözümleyerek doğruluğunu belirleyebiliriz, fakat Bekarlar evli erkeklerden daha uzun yaşar ifadesinin doğruluğunu keşfetmek için meselenin olgularına bakmamız gerekir. Sonraki dönem filozofları tarafından sırasıyla analitik ve sentetik önerme olarak adlandırılan bu iki ifade türü arasındaki fark, bunları inkar ettiğimiz takdirde özellikle belirginleşir: 2+2=4 gibi bir akli doğruyu (zorunlu doğru) mantıksal çelişkiye düşmeksizin reddetmek imkansızdır, oysa Su 100 derecede kaynar gibi olgusal bir doğrunun (Olumsal doğru) inkar edilmesi ise sadece başka bir "SENTETİK" ifadeye sebebiyet verir, mantıksal bir imkansızlığa değil.
ZORUNLU DOĞRU: bütün karelerin dört kenarı vardır.
OLUMSAL DOĞRU: bütün ineklerin dört bacağı vardır.

AMPİRİZM

Akıl Çağı boyunca bilimdeki ilerlemeler, İngiliz felsefesi üzerinde Kıta Avrupası’ndan çok farklı bir etkiye sahip oldu. Descartes, Spinoza ve Leibniz’in rasyonalizmine tepki gösteren İngiliz filozoflar, aklın tek güvenilir bilgi kaynağımız olduğu fikrini reddettiler ve ampirizm olarak bilinen karşıt hareketi geliştirdiler. Akıl yürütmenin bilgiyi değerlendirmede önemli olduğunu inkar etmemek birlikte, ampiristler bu bilginin kaynağının duyularımızla erişilen dış dünya olduğuna inanıyorlardı. İngiliz ampiristleri özellikle Francis Bacon’ın Kıta Avrupası rasyonalistlerinin matematik temelli akıl yürütmeleriyle çelişen bilimsel gözlem, çözümleme ve deney metodolojisinden etkilendiler. 17. Yy’da Thomas Hobbes, materyalist ve mekanistik görüşleriyle modern ampirizmin temellerini attı. Kökenleri Aristoteles’e kadar götürülebilse de ampirizm şimdi bilimsel gelişmelerle güçlendirilmişti ve kısa sürede İngilizce konuşan dünyanın baskın felsefesi olarak tesis edildi.

THOMAS HOBBES: MAKİNE OLARAK İNSAN

Thomas Hobbes, 17. Yy’ın bilimsel keşifleriyle aktif bir şekilde ilgiliydi. Descartes dahil, matematikçilerle düzenli olarak yazıştı ancak çok farklı sonuçlara vardı. Kartezyen zihin-beden düalizmi tartışmasından hareketle, “maddi olmayan töz” kavramını çelişki diye reddedip kendini resmen "MATERYALİST" ilan etti. Bu, Tanrıya inancın hala neredeyse zorunlu olduğu bir zamanda cesur bir beyandı. Evrendeki her şey fiziksel veya maddidir ve bunun dışında hiçbir şey yoktur.

Kopernik ve Galileo’nun astronomisinden etkilenen Hobbes, insanların bile fizik yasalarına tabi makineler olarak kabul edilebileceğini savunarak evrenin işleyişine "MEKANİST" bir bakış açısı getirdi. Özellikle "GALİLEO" nun, sadece bedenlerimizin davranışlarını değil, aynı zamanda zihinsel faaliyetlerimizi de açıkladığına inandığı hareket ve devinim gücü teorileriyle ilgilendi. Hobbes, zihinlerimiz fiziksel “makineler” olduğunu ve psikolojimizin, evrendeki diğer her şeyler aynı fiziksel yasalarla yönetildiğini savundu.

HAYVAN HAKLARI

Hobbes’un insanın makine olduğuna yönelik materyalist görüşü, çok sonraları bilgisayar ve yapay zeka alanında bazı sonuçlar doğuracaktı ancak bir taraftan da diğer canlıların zihinleri meselesini ortaya çıkardı. Descartes sadece insanların bilinçli zihinlere sahip olduğuna inanıyor ve hayvanları otomat olarak görüyordu. Fakat eğer Hobbes haklıysa ve basit birer makine olmamıza rağmen hala akıl yürütme ve bilinç kabiliyetine sahipsek belki de aynı şey hayvanlar için de geçerlidir. Hayvanların bizimkine benzer zihinlere sahip oldukları argümanı 19. Yyda "DARWİN" in evrim teorisi ve teorinin insanların sadece başka bir hayvan türü olduğu şeklindeki neticesi ile daha da güçlendi. Hayvanların insanlara benzer zihinleri varsa belki de acı, korku ve hissettiğimiz diğer bütün şeyleri hissedebiliyorlardır. Bunu kabul etmek ahlaki ve hatta siyasi soruları gündeme getirir: Hayvanlara yönelik eylemlerimiz diğer insanlara yönelik olanlar kadar ahlaki doğruluğa sahip olmalı mı? Özgürlüklerini kısıtlamamız veya daha da kötüsü, yaşamlarına son vermemiz doğru mudur? Kısacası hayvanlar insanlarla aynı haklara sahip olmalı mıdır?

LOCKE VE BİLİNEBİLENİN SINIRLARI

Hobbes İngiliz ampirizminin zeminini hazırlamışsa da ilk argüman ileri süren, John Locke, İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme’de bilebileceklerimizin sınırlarını keşfetmeyi hedefledi. Kendi bilincimizde yalnızca “düşünceleri/ideleri kavrayabiliriz. Ancak Locke’a göre, doğuştan gelen düşünceler olması imkansızdır; zira bunları düşünecek bir mekanizma olmadan önce var olamazlar; bu nedenle duyularımız dış gerçekliğin tek bilgi kaynağıdır. Bu durumda, bilgimiz dünyadaki duyusal deneyimlerimize bağlıdır; dış dünyada gerçekte ne olursa olsun, insanların bildiklerin sınırlarını belirleyen, deneyimdir. Locke, doğuştan duyusal algılama yetilerine ve rasyonel düşünce kapasitesine sahip olduğumuza inanıyordu ancak diğer taraftan zihinlerimiz dünyaya dair doğuştan gelen düşünceler barındırmayan bir tabular asa, yani boş bir levhadan ibaretti.

VAR OLMAK ALGILANMAKTIR

Anglo İrlandalı filozof "GEORGE BERKELEY" , Locke tarafından sunulan "ARGÜMAN" ları uçlara götürerek "İMMATERYALİZM" teorisini-maddi töz var değildir- öne sürdü. Locke, doğrudan kavrayabildiğimiz tek şeyin kendi bilincimizin muhtevası olduğunu tespit etti; Berkeley ise bunun nesnelere dair sadece dolaylı bir duyusal deneyime sahip olabileceğimiz anlamına geldiğini savundu. İlaveten Locke’un, deneyimlediğimiz şeylerin nesnel, ölçülebilir “birincil nitelikleri” ve öznel “ikincil nitelikleri” tanımladığı noktada Berkeley, aslında bir şeyleri hiç de deneyimlemediğimizi, sadece niteliklerini deneyimlediğimizi belirtti. Şeylerin kendisini değil, onlara dair düşünceleri algıladığımız için düşüncelerden ve onları algılayan zihinlerden başka bir şeyin var olduğuna inanmak için hiçbir zemine sahip değiliz: Şeyler sadece ya algılarsa ya algılanırsa vardır. Dolayısıyla maddi töz var değildir ve bir Hıristiyan piskopos olan Berkeley, gerçekliği, Tanrının zihninde var olduğu şeklinde açıklamıştır. Berkeley’in "VAR OLMAK ALGILANMAKTIR" düşüncesine klasik örnek, ormanda düşen bir ağaçtır: Orada duyacak kimse yoksa ağaç düşme sesi çıkarır mı?

HUMA VE NEDENSELLİK

Ampiristler arasında muhtemelen en önemli kişi David Hume’dir. Hume, Locke’un bilgiyi sadece deneyim yoluyla edindiğimiz iddiasına katılıyordu ancak bu ilkenin tutarlı bir şekilde uygulanmasının hiçbir şeyi kesin olarak bilemeyeceğimiz anlamına geldiğini fark etmişti. Ona göre, ampirik bilginin en büyük eksikliği şuydu: Bir şeyin sırf başka bir şeyden sonra gerçekleştiğini görmemiz arada bir neden-sonuç ilişkisi olduğunu ispatlamaz. Fakat bir şeyin başka bir şeye neden olduğu fikri, dünyayı anlama girişimlerinin tamamı için temel teşkil etmektedir; nedensel ilişkiler evrende ayrı ve alakasız bir olaylar yığınından ziyade, bir yapı görmemize yardımcı olur. Hume, görünürdeki nedensel ilişkilerin, olayların “sürekli eklemlenmesi” olduğunu savundu. Bir bilardo topuna diğer bir top vurduğunda onun hareket edeceğini varsayıyoruz; çünkü deneyimlerimize göre bu hep böyle oldu. Ancak biraz yavaş kurulmuş bir saat, tutarlı bir şekilde, doğru saatten birkaç dakika sonra çalar ancak bundan nedensel bir ilişki çıkarmayız. Sezgisel olarak, vakaların farklı olduğunu biliyoruz ama bunu düşünmek için zeminimiz nedir?

HUME’UN ÇATALI

Akılcı Leibniz bilindiği üzere “iki tür doğru akıl ve olgu gerçekleri arasında ayrım yapmıştır. Hume, yoldaki bir çatal sonrasında yolun iki farklı yöne ayrılmasına benzer şekilde, ifadeleri “fikri ilişkiler ya da olgusal meseleler olarak sınıflandırarak Leibniz’le ittifak etti. Ancak Hume bu fikri Leibniz’den çok farklı bir şekilde kullandı. Birinci türdeki doğrular- fikirler hakkındaki analitik ifadeler- kesindir ancak kullandıkları terimlerin tanımlarına bağlı durumdadır; ikinci türdeki doğrular ise- olgulara dair sentetik ifadeler- haklarında bir kesinliğe varamadığımız, dünyadaki gerçek şeylere atıfta bulunur. Örneğin, “bir karenin eşit uzunlukta dört kenarı vardır” şeklindeki analitik ifade, fikri bir ilişki olarak doğrulanabilir ancak böyle bir mükemmellik dünyada bulunmadığından, bize dünya hakkında hiçbir şey söylemez ve bir olgusal durum kanıtlamaz. Hume, hiçbir şeyin aynı anda hem kesin olup, hem de bize dünya hakkında bir şeyler söyleyemeyeceği sonucuna varmıştı; çatallı bir yolda yolun birinden diğerine geçemeyiz ve olgusal bir meseleyi kanıtlamak için bir fikir ilişkisi kullanamayız.

TÜMEVARIM SORUNU

Hume, "NEDENSELLİK" kavramı ve dünya hakkındaki bilgimizin kesinliği konularında şüphe uyandırmakla modern bilimsel METODOLOJİnin temeline meydan okudu. Kendisi, bir şey her zaman olageliyor diye onun her zaman olacağından emin olamayacağımıza işaret etti: Bir şeyin o şeyin olmasına neden olduğunu söyleyemeyiz. Örneğin güneşin yarın doğacağını inkar etmek çelişkili bir fikir ilişkisi üretmez ve imkansız bir olgusal durum değildir; bu yüzden güneşin doğacağına inanmak için RASYONEL bir nedenimiz yoktur. Bu tümevarımın –bir dizi TİKEL örnekten gelen bir kural çıkarılması- mantıksal olarak geçerli olmadığı anlamına gelir ve tümevarımı, ampirik gözlemlere ve tekrarlanabilir deneylere dayanan teoriler ve genel kanunlar oluşturmak için kullanan bilim için büyük bir sorun yaratır. Bu “tümevarım sorunu”, "KARL POPPER" 20. Yy’da bir çözüm önerene kadar filozofları endişelendirdi. Hume meseleyi genellikle mizahi bir şekilde uğraşmamız ve geleneğin rehberimiz olmasına fırsat tanımamız gerektiğini söyledi.

SAĞDUYU

İngiltere ampirizminin ayırt edici bir özelliği sağduyuya başvurmasıydı. Bu pratik akıl yürütme geleneğinin kökleri, "OCHAMLI WİLLİAM" ın gereksiz önermeleri ve soyutlamaları azaltmasına ve "FRANCİS BACON" ın her hipotez için kanıtları metodik olarak incelemesine dayanır. Locke tekraren “apaçık olgulardan” bahsetmiştir ve Berkeley’in "ÖZNEL İDEALİZMİ" bu kurala bir istisna oluştursa da fikirleri, daha sonra, ayakları yere basan Hume tarafından çürütülecekti. Ancak Hume, mantıksal akıl yürütmenin genellikle kabul edilmesi zor sonuçlara götürdüğünü ve bu durumlarda deneyimlerimizi, kanıtları tartmak ve yargıda bulunmak için kullanmamız gerektiğini fark etti. Hume aynı zamanda doğaüstü her şeye kuşkuyla yaklaştı: Mucize, tanımı gereği, dünyaya dair deneyimlerimizden çıkan doğa kanunlarını ihlal eder. Dünyadaki deneyimlerimizin bir parçası da olan sağduyu, bize, bütün deneyimlerimizle çelişen bir olayın mucizevi olma olasılığının, duyularımızın aldatılmış olması veya olayın yanlış nakledilmesi olasılığından daha az olduğunu söyler.

AKIL TUTKULARIN KÖLESİDİR

Hume, etrafımızdaki dünyayla uğraşırken güvenmenin bütün imkanlarını ortadan kaldırdı. Geleceğe yönelik beklentilerimiz için geleneğin rehberimiz olmasına fırsat tanımamızı önerdi ve sağduyumuza hitap eden “hafifletilmiş bir şüpheciliği” savundu. Yine de genel olarak aklımız yerine duygusal ve içgüdüsel dürtülerimize (bunlara tutku diyordu) dayanarak yargıda bulunduğumuzu ve karar aldığımızı kabul etti.

Çoğunlukla aklımızın tutkularımız tarafından hükümsüz kılındığını ve rasyonel düşünceyi yalnızca bu tutkuları gerekçelendirmek veya tatmin etmek için kullandığımızı gözlemledi. Aşk, nefret gibi duygular ile açlık, şehvet, kendini koruma gibi dürtüler aklın bize, kararımız için akılcı bir zemin bulunmadığını söylediği durumlarda bile çok güçlü ve ikna edicidir. Hume’un ifadesine göre, akıl tutkuların kölesi olduğu için bazen yanlış yargılarda bulunuruz ama her şeyi göz önüne aldığımız taktirde temel güdülerimizi, bunlara dair mantıksal bir gerekçemiz yok diye inkar etmektense tutkularımızı tatmin edecek bir şeyler yapmak daha iyidir.

OLGU, DEĞERE KARŞI

Hume’un karar alma süreçlerimizde aklın rolü hakkındaki şüpheciliği ahlak felsefesi hakkındaki görüşlerine de yansıdı. Hume, çoğu ahlak filozofunun eserlerinde, nesnel betimlemelerden özel buyruklara ani bir geçiş olduğunu belirtti: Yazarlar, böyledir veya değildir gibi ifadelerden böyle olmalı veya olmamalı gibi ifadelere atlamaktadır. Hume’a göre, bu değişiklik açıklanmaya muhtaçtı ve aklın, kesinlik için tek başına zemin oluşturmadığı görüşü dikkate alındığı takdirde, böyledir den bir böyle olmalı türetmek, ahlaki yargılar geliştirmek için gerekçelendirilebilir bir temel değildi. 20. Yy İngiliz filozofu "A.J. AYER" , bu “doğalcılık yanılgısının, yazarın bir ifade hakkında kendini nasıl hissettiğini göstermekten başka bir işe yaramadığını savunarak Huma’u tasdikledi. Ayer’in "DUYGUSALCILIK TEORİSİ" ya da "YUH/YAŞA TEORİSİ" , ahlaki önermelerin nesnel olgulara dair önermeler gibi görünebileceğini ancak aslında öznel olduklarını gösterir. Biri cinayet yanlıştır dediğinde bu aslında cinayet mi? Yuh cevabını almak için yapılan bir duygusal çağrıdır. Aynı şekilde, hayırseverlik iyidir ifadesi ise gerçekte hayırseverlik için sesiniz çıksın, yaşasın demektir.

BİLGİ, GEREKÇELENDİRİLMİŞ DOĞRU İNANÇ MIDIR?

Rasyonalist ve ampirist ekoller arasındaki fark, temelde nasıl bilgi edindiğimizi düşünme biçimlerinde yer alıyordu. Peki ama bilgi tam olarak nedir? Klasik Yunanlılar tarafından ortaya koyulan tanıma göre, bilgi gerekçelendirilmiş doğru inançtır. Üç koşuk karşılandığından bir şey bilgi olur: Bir şeye inanıyorum, O şey gerçekten doğrudur ve ona inanmak için doğrulanabilir bir gerekçem var. Ancak 1960’larda "EDMUND GETTİER" bu koşulların yeterli olmadığını gösterdi. Bir çiftçinin, ineğinin kaybolduğundan endişe ettiğini varsayalım. Bir arkadaşı onu ineğini tarlada gördüğüne inandırır, böylece çiftçi teyit için tarlaya gider ve ineğinin siyah-beyaz şeklini görür. Arkadaşı da gidip kontrol eder ancak meğerse ineğin çalıların arkasında saklandığını, tarlada ise büyük bir siyah-beyaz kağıt olduğunu fark eder; dolayısıyla çiftçinin, kağıdı ineği zannettiğini anlar. Çiftçi ineğinin tarlada olduğuna inanır; ineğin tarlada olduğu olgusal olarak doğrudur ve arkadaşının tanıklığıyla inancı gerekçelendirilmiştir. Ama bu durumda çiftçinin gerçekten ineğinin orada olduğunu bildiğini söylemek doğru mudur.

POZİTİVİZM

Ampirizm öncelikle İngiltere’de Kıta Avrupası rasyonalizmine rakip olacak şekilde gelişirken bilimsel yöntem ilkelerine dayanan küçük ama etkili bir hareket de Fransa’da ortaya çıktı. Bu hareketin, yani pozitivizmin ana fikri, tek geçerli bilginin kesin olarak doğrulanabilir bilgi olduğudur; bu nedenle gerçek sadece bilimsel bilgide bulunabilir.

Pozitivistlerin önde gelen figürü, metafizik söylemin artık felsefede yer almaması gerektiğini ve yerini bilimsel sorgulamanın alması gerektiğini düşünen "AUGUSTE COMTE" tu. Kıta Avrupası’nın rasyonalizm geleneğinden kopan Comte, dünyanın bilgisini elde edebilmek için ampirik gözlem, teori oluşturma ve doğrulama şeklindeki ampirik süreci savundu. Pozitivizm bilim ve felsefe arasındaki yavaş yavaş artan bölünmenin bir belirtisiydi ancak Comte, aynı zamanda bilimin temelleri ile yöntemlerini ve farklı alanlardaki etkilerini inceleyen modern bilim felsefesinin öncüsü olarak kabul edilir.

SOSYOLOJİK POZİTİVİZM

Pozitivizm yalnızca bilimsel olarak doğrulanabilir bilgilerin geçerli kabul edilebileceğini öne sürmüştür. Auguste Comte’a göre bu, sadece doğa bilimlerine uygulanmakla kalmaz; aynı zamanda insanın toplumsal davranışlarını dikkate alırken de geçerli bir ilkedir. Comte toplumun, tıpkı fiziksel dünyanın fizik yasalarına tabi olması gibi, keşfedilebilir yasalara göre hareket ettiğini ve toplumun bilgisini öznel bir içe bakış veya sezgi yoluyla değil, sadece nesnel bilimsel çalışmalarla elde edebileceğimizi savundu. Bu fikir, modern sosyoloji disiplinin temeliydi ve on dokuzuncu yüzyılın sonlarında sosyolog "EMİLE DURKHEİM" ı pratik araştırmalar yoluyla konuya daha bilimsel bir temel kazandırması bakımından etkiledi. Comte aynı zamanda antropoloji, ekonomi, siyaset bilimi gibi diğer sosyal bilimlerin kuruluşunda da etkili oldu. Karl Marx, Comte’un sosyolojik pozitivizmini bu haliyle reddetse de metafizik felsefe düşüncesinin modern dünyayla alakasız olduğu ve sosyal bilimlerdeki teorilerin bilimsel yöntemler kullanılarak gerekçelendirilmesi gerektiği görüşünü paylaştı.

TÜRLERİN KÖKENİ

Bilimin kültürel etkisi, 19. Yy’ın ortalarında Darwin’in Türlerin Kökeni eseriyle doruğa ulaştı. Bu kitap felsefi bir metinden ziyade bilimsel bir çalışma olmasına rağmen, Darwin’in doğal seçilim yoluyla evrim teorisi felsefenin birçok yönüne yeni bir bakış açısı getirdi. Tıpkı Kopernik’in Güneş merkezli evren önerisinin dini otoriteye meydan okuması ve yeni yeni ortaya çıkan Rönesans hümanizminin sembolü haline gelmesi gibi, Darwin’in evrim yorumu da insanları sadece bir başka hayvan olarak –yani doğal dünyadan ayrı değil, onun bir parçası olarak- sundu. Sonrasında İnsanın Türeyişi eserinde evrim teorisi ilkelerini bilhassa insanlara uygulayarak ilk kez açıkça hayvanlardan evrildiğimizi söyledi ve böylece de insanın akıl yürütme yeteneği nedeniyle diğer hayvanlardan üstün olduğu yönündeki eski fikirlerin doğruluğunu tartışmaya açtı. Fakat belki de felsefe üzerindeki etkisi açsından en önemlisi, insanların Tanrının yarattıklarının zirvesi değil, doğal dünyanın evriminde sadece bir evre olduğu yönündeki üstü kapalı fikirdi.

EVRİM, YARATILIŞÇILIK VE AKILLI TASARIM

Darwin’in doğal seçilim teorisi, bilim ve din arasında Rönesans’tan bu yana açılmış yarığı daha da genişletti. Türlerin Kökeni, İncil’in yaratılış anlatısıyla açıkça çelişti ve inanç akıl tartışmasını tekrar alevlendirdi. Bir tarafta İncil’de yazılı olana inanan yaratılışçılar, diğer tarafta ise Darwin’in destekçileri vardı. Ama ikisinin ortasında, akıllı tasarımdan hareketle Tanrının var olduğuna dair bir argüman varlığını sürdürdü. Ancak Darwin’in teorisi bu argümanı fiilen çürüttü: İnsanlar da dahil olmak üzere yaşam çeşitliliği, organizmaların koşullara uyum sağlaması sonucunda ortaya çıkmıştır ve canlıların sözüm ona zekası tasarım değil, bir çevreye uyum meselesidir.

Darwin bir Hıristiyan olarak yetiştirilmişti ancak teorisini geliştirirken giderek daha "AGNOSTİK" hale geldi. Fakat yine bir tanrının varlığına inanmaya devam etti. Tıpkı "İSAAC NEWTON" gibi, Tanrının evreni ve doğal seçilim gibi yürütücü yasaları yarattığına ama daha sonra müdahale edecek bir sebebi olmadığına inanıyordu.

İNGİLİZ LİBERALİZMİ

18. yüzyıl sonunda, Avrupa ve Amerika’da hızla sanayileşen uluslar demokratik kurumlar tesis etmenin peşine düştü. Amerika ve Fransa’daki devrimleri takiben, sosyal adalet ve bireysel özgürlükleri güvence altına almak için anayasalar hazırlandı. İngiltere’nin kendi devrimi, bir asır önce, anayasal bir monarşi oluşturmuştu ve İngiliz siyaset filozofları, demokratik toplum örgütlenmesini ve otorite ile özgürlük arasındaki dengeyi teorize etmek için daha iyi denebilecek bir konuma sahipti. Avrupa’nın başka yerlerinde metafiziğe vurgu devam ederken İngiliz düşünürler toplum sözleşmesi teorisi mirasına ve Hume’un pratik ampirizmine dayanan bir ahlak ve siyaset felsefesine odaklandılar. "EDMUND BURKE" ün muhafazakar liberalizmi ve "ADAM SMİTH" in ekonomik liberalizmi ile bir liberalizm geleneği ortaya çıktı. Bu arada "JEREMY BENTHAM" , 19. Yy’ın önde gelen İngiliz filozofu "JOHN STUART MİLL" i etkileyecek daha radikal bir ahlak ve siyaset felsefesi ileri sürdü.

EKONOMİ-POLİTİK

David Hume ampirik bilgi sorunu hakkındaki etkili çalışmasının yanı sıra siyaset felsefesine ve özellikle mal ve hizmet ticareti ile ilgili meselelere ilgi duydu. Hume, fikirlerinin çoğunu paylaşan ve bu fikirleri "MİLLETLERİN ZENGİNLİĞİ" nde (1776) gelişkin bir ekonomi-politik teori haline getiren Adam Smith ile Edinburgh merkezli bir entelektüel çevrede yer alıyordu. Smith’in çalışması, ahlak felsefesinden modern ekonominin sahip olduğu daha bilimsel yaklaşıma doğru gerçekleşen bir dönüşüme işaret eder. Smith, insanların kendi çıkarları yönünde hareket ettikleri ancak sivil toplumlarda iş birliği yapmak zorunda olduklarını açıkladı. Mal ve hizmetlere ihtiyacımız vardır, dolayısıyla bunları karşılıklı yarar sağlamak için takas etmekteyiz. Aynı zamanda tüccarların piyasanın görünmez eli tarafından yönlendirilen şahsi çıkarları da bir bütün olarak toplumun yararına çalışmaktadır. Smith bu nedenle ekonomik liberalizmi savundu. Buna göre, devletin serbest bir pazarın işleyişine müdahalesi asgari düzeyde olmalıdır ki bu faydalar bize doğal serbestliğimize sahip olma özgürlüğünü temin etsin.

MUHAFAZKARLIK

Klasik liberalizm adıyla bilinen görüş, özgürlük ve otorite arasında bir denge kurmaya çalışırken devletin, vatandaşlarının özgürlüklerine mümkün olduğunca az müdahale etmesi gerektiğini ileri sürdü. Fakat liberal düşünürlerin bazısı kimin yönetmesi ve toplumun nasıl değişmesi gerektiği konusunda tutucu görüşlere sahipti. Örneğin İngiliz parlamenter Edmund Burke, bilindiği üzere AMERİKAN BAĞIMSIZLIĞInı destekledi ve sömürgeler üzerindeki siyasi ekonomik baskının gevşetilmesini savundu. Ancak bir muhafazakar olarak Fransa’daki devrime karşıydı. Burke, toplumların tedricen, nesiller boyu biriktirdikleri erdemler üzerine kurulu karmaşık sistemlere dönüştüğüne inanıyordu. Bu demektir ki tek bir düşünürün veya küçük bir grubun teorilerinin aniden, organik biçimde gelişmiş bir toplumun yapısının yerini alabileceğini düşünmek yanlıştır. Ayrıca toplumun yapısının yerini alabileceğini düşünmek yanlıştır. Ayrıca toplumun maddi ve kültürel varlıklarını korumak için bir yönetici sınıf olması gerektiğini ve kendilerinden önceki kuşakların tecrübelerinden beslenen bir yönetme geleneği içerisinde doğup yetiştirilen aristokrasinin bu rol için biçilmiş kaftan olduğunu düşünüyordu.

BENTHAM VE FAYDACILIK

18. yy’ın sonlarında İngiltere’de, İngiliz ampirizminden etkilendiği kadar devrim öncesi Fransız siyaset felsefesinden de etkilenen bir özgür düşünürler hareketi gelişti. Bunların arasında, faydacı bir ahlak felsefesi sistemi -ki bu sistemde bir eylem, yararlı sonuçlar getirmedeki uygunluğu ile değerlendirmekteydi- öneren "JEREMY BENTHAM" da vardı: Ahlaken iyi bir eylem, hazzı en üst düzeye çıkarır ve acıyı en aza indirir. Bentham yarı bilimsel tarzda, “en çok sayıda insanın en büyük mutluluğunun… doğru ve yanlış ölçüsü olduğu bir saadet hesabı tasarladı. Aynı ilkeyi siyasete uygulayarak hesabında herkesin bir kişi sayılması ve kimsenin de birden fazla sayılmaması gerektiğini vurguladı. Bu temele dayanılarak, başta kişisel ahlakla ilgili olanlar olmak üzere hakim birçok yasa ve sözleşme (özellikle kişisel ahlakla ilgili olanlar) gereksiz bir şekilde otoriter bulunurken, örneğin işçilerin sömürülmesine izin veren yasalar gereğinden fazla gevşek kabul edildi. Bentham’ın fikri 19. Yy’ın birçok sosyal reformuna ilham verdi ve daha sonra "İNGİLİZ SOSYALİST HAREKETİ" nin kurulmasını etkiledi.

Bentham’ın faydacılığında eylemlerin doğruluğu, sonuçlarıyla, yani ne kadar zevk ve acıya neden olduklarıyla değerlendirilir. Bu, İmmanuel Kant’ın, bir eylemin gerekçeleriyle bir ahlaki “kategorik zorunluluğa” dayanan ve Avrupa’daki ahlak fikirlerini etkilemiş ahlak felsefesi sistemiyle belirgin bir tezat teşkil ediyordu. İngilizlerin hükümete ve ekonomiye yönelik liberal, "LAİSSEZ-FAİRE" yaklaşımı kendini, başka yerlerdeki daha ideolojik siyaset felsefelerinden ayırdı. Adam Smith’in işaret ettiği kişisel çıkar gibi gerekçelerin ahlakiliği, toplum için faydalı sonuçlardan daha az önemlidir. Babası, Bentham’ın arkadaşı olan "JOHN STUART MİLl" , faydacı ahlak ilkelerinin yanı sıra kişisel özgürlüğe dair liberal siyasi ideallerin de büyük bir savunucusuydu. Mill, "ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE" adlı kitabında, vurguyu bireyin özgürlüğüne kaydırarak ve zarar ilkesini getirerek faydacılığın daha az katı bir halini sundu. Ona göre, insanlar kimseye zarar vermedikleri veya kimsenin davranışlarını kısıtlamadıkları sürece istedikleri gibi davranmakta özgür olmalıdır.

İKİ ÖZGÜRLÜK KAVRAMI

Bireylerin kimseye zarar vermedikleri sürece kendi hayatlarını sürdürme serbestileri anlamındaki özgürlük kavramı, 20. Yy’ın ortalarına kadar neredeyse sorgusuz sualsiz kabul edildi. Ancak Isaiah Berlin "İKİ ÖZGÜRLÜK KAVRAMI (1958)" adlı eserinde, genel olarak özgürlük dediğimiz şeyin "NEGATİF ÖZGÜRLÜK" (dış müdahalelerden bağımsız olma) olduğunu ortaya koydu. Diğer taraftan, "POZİTİF ÖZGÜRLÜK" olarak adlandırdığı şey ise içeriden, kişisel özerkliğe ulaştıracak ve kişinin kendi potansiyelini gerçekleştirmesini sağlayacak kaynaklara sahip olmaktan gelir. Negatif özgürlük başkalarıyla etkileşimimizle tanımlanırken pozitif özgürlük kişisel gelişimle ilgilidir ancak tanınma yoluyla ve olumlu bir toplumsal bağlama katılım sayesinde geliştirilebilir de. Berlin, hem pozitif hem de negatif özgürlüklerin değerli olduğuna ancak pozitif özgürlüğün tehlikeleri bulunduğuna inanıyordu. Devrim sonrası Fransa’sında "ROBESPİERRE" nin durumunda olduğu gibi, kişisel pozitif özgürlüğe sahip olan insanlar zalimleşebilir. Sonuç olarak özgürlük sadece güçlüler içindir. Berlin’in söylediği üzere; “küçük balıklarla dolu ve bir de küçük balıkları yiyen bir büyük balığın bulunduğu bir gölde büyük balığın özgürlüğü küçük balıkların ölümü demektir.”

KADIN HAKLARI

Fransa ve Amerika’daki devrimleri izleyen demokrasiler özgürlük ve eşitlik ilkeleri üzerine kuruldu. Özellikle 1789 tarihli "FRANSIZ İNSAN VE VATANDAŞ HAKLARI BİLDİRGESİ" nde doğal haklara sıkça atıfta bulunuldu. Bununla birlikte oyun yazarı "OLYMPE DE GOUGES" Kadın ve ve Kadın Vatandaş Hakları Bildirgesi adlı eseriyle apaçık bir ihmal olduğuna dikkat çekti. İngiltere’de "MARY WOLLSTONECRAFT" , "THOMAS PAİNE" in "İNSAN HAKLARI" eserine Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi ile benzer bir şekilde cevap verdi. Kadınlar için eşit haklara doğru büyük bir adım, filozof "HARRİET TAYLOR" ın "JOHN STUART" MİLL ile olan dostluğu ve sonradan evliliği ile atıldı. Mill Taylor’ı entelektüel açıdan eşiti, saygın bir filozof ve Parlamento üyesi olarak gördü; fikirleri üzerinden Kadınların Köleleştirilmesi’ni yazarak davasını daha iyi destekleyebildi. "PLATON" ve "EPİKUROS" tan bu yana cinsel eşitliği savunan ilk erkek filozof olarak Mill, kadın hakları için kampanya yürüttü ve 1866’da kadınlara oy hakkı verilmesi için teklifte bulunan ilk milletvekili oldu.

ALMAN İDEALİZMİ

Fransız ve İngiliz filozoflar Aydınlanma dönemini domine ederken felsefe 1780’lerden itibaren Almanca konuşulan dünyada daha da gelişmeye başladı. "İMMANUEL KANT" , büyük Alman filozoflarının ilkiydi ve yüzyıl boyunca serpilerek Alman felsefesinin başlangıç noktasını teşkil eden fikirler sundu. Görünüşte karşıt rasyonalizm ve ampirizm görüşlerini bir araya getiren Kant, "TRANSANDANTAL İDEALİZM" adını verdiği bir metafizik önerdi. Bu metafiziğe göre, duyularımızla deneyimlediğimiz haliyle dünya, aynı zamanda algılayamadığımız bir dünyanın da varlığına imkan tanımaktadır. Kant’ın fikirleri, her biri kendi idealizm yorumuna sahip olan "SCHELLİNG" , "FİCHTE" , "SCHOPENHAUER" , "HEGEL" gibi takipçilerine ilham verdi. İdealizm aynı zamanda bir tepki de doğurdu: "FEUERBACH" , "MARX" gibi filozoflar materyalist bir görüş iler sürmek adına Hegel’in birtakım fikirlerini kendilerine uyarladılar. İdealizm aynı zamanda dine karşı eleştirel bir tepkiydi ve NİETZSCHE’nin meşhur Tanrı Öldü beyanında doruk noktasına ulaşan, gittikçe daha şüpheci ve "ATEİST" bir felsefenin başlangıcına işaret ediyordu. (18. Yy’ın sonlarından itibaren Alman kültürü müzik, edebiyat, sanat ve felsefe yüzyıldan uzun bir süre boyunca Batı dünyasına hakim oldu.)

RASYONALİZMLE AMPİRİZMİ UZLAŞTIRMAK

Kariyerinin sonlarına kadar İmmanuel Kant bir akılcıydı. Kendisi Hume’un eserlerini okuyarak bu dogmatik uykudan uyandığını ileri sürdü ve aynı zamanda, deneysel olarak elde edilen kanıtların önemini teslim etmesini sağlayan bilimsel gelişmelerden etkilendi. Görünüşte karşıt iki görüş olan rasyonalizm ve ampirizm teorilerini 1781 tarihli şaheseri "SAF AKLIN ELEŞTİRİSİ" nde uzlaştırmaya girişti. Kant, mekan ve zaman içindeki nesneleri tanımamızı mümkün kılan duyumsallık dediği şey ile mekan, zaman, töz gibi kavramları anlamamıza yarayan bir "ANLAK" a sahip olduğumuzu ifade etti. Bu kavramlara "ANLAĞIN KATEGORİLERİ" ( "TÖZ" , "NİCELİK" , "NİTELİK" , "BAĞINTI" , "KİPLİK" gibi) adını verdiği ve ampirik olarak tanıdığımız şeyleri anlamak için bu kavramların bilgisine sahip olmamız gerektiğinden, bunların "A PRİORİ" veya "İÇKİN" olması gerektiği sonucunu çıkardı. Dolayısıyla dünya hakkında bazı şeyleri bedensel duyularımız aracılığıyla ampirik olarak öğrenirken, bu deneyimden önce, onları tanımlayan "PARAMETRE" leri, yani kategorileri içkin olarak anlıyoruz.

FENOMEN VE NUMEN

Saf Aklın Eleştirisinde, Kant neyi kavrayabileceğimizin ve akla tabi tutulabileceğimizin sınırlarını bulmak istedi. Şeyleri sadece bedensel deneyim aracılığıyla kavrarız ancak deneyimleyemeyeceğimiz ve buna rağmen yine de gerçekte var olan şeyler olabilir. Kant’ın açıklamasına göre, iki dünya var: biri duyularımızla deneyimlediğimiz dünya, diğeri kendinde-şey dünya. Duyularımızın bize söylediği şey eksiksiz değildir; gördüğümüz, duyduğumuz ve dokunduğumuz şey bize bir şey hakkında bilgi verir ama bu, o şeyin kendisi değildir. Kant "NUMEN" , yani kendinde şey ile "FENOMEN" , yani deneyimlediğimiz şey arasında ayrım yaptı. Numenal dünya "TRANSANDANTAL" dır, deneyim ve kavrayışımızın ötesinde vardır. Fakat fenomenal dünyayı duyularımız ve anlama kategorilerimizle algılıyoruz ve dolayısıyla bu fenomenal dünya hem "AMPİRİK" olarak gerçek hem de "TRANSANDANTAL İDEALİZM" olarak adlandırdı. Dolayısıyla bilim, "FENOMENAL DÜNYA" hakkında bir şeyler keşfedebilirken, gerçekliğin deneyimden bağımsız doğası her zaman anlayışımızın ötesinde olacaktır.

KATEGORİK EMİR

Kant “transandantal idealizm”e dair düşüncelerini epistemoloji metafizik ve "ETİK" içeren kapsamlı bir felsefe sistemine dönüştürdü. Kant’ın ahlak felsefesinin temel taşı, rasyonel yaratıklar olarak, bizlerin doğuştan gelen iyi ve kötü kavramlara ve ahlaki seçimler yapmak adına özgür iradeye sahip olduğumuza dair bir inançtı. Ancak Kant, gelenekten ayrılarak ahlakın sonuçlara değil, niyetlere veya gerekçelere göre değerlendirilmesi gerektiğinin savundu. Bir şeyin doğru veya yanlış olması için ortada geçerli bir sebep varsa o şeyin "EVRENSEL" olarak geçerli olması gerektiğine inanıyordu. Ahlak, tıpkı bilim gibi akla dayanır ve ahlaki yasaların, tıpkı fizik yasaları gibi, istisnaları olamaz. Bilindiği üzere, Kant bu kategorik emri bilindik şekilde şöyle açıklamıştır; “Sadece evrensel yasalar haline gelebilecek ilkelere göre hareket et.” Daha sonra buna, başkalarını bir amaç uğruna araçmışçasına kullanmanın her zaman yanlış olduğu düşüncesini ekledi. Evrensel ahlak yasaları fikri cazip gelebilir ancak bunu haklı çıkarmak, saf sonuçsal bir etiği haklı çıkarmak kadar zordur. Örneğin yalan söylemenin her zaman yanlış olduğuna inanırsak sakladığımız kaçak bir köleyi korumak için yalan söylemek ahlaki olarak kötü müdür?

AHLAK GERÇEKLİKTİR

Kant’ın idealizm biçimi "JOHANN GOTTLİEB FİCHTE" nin felsefesinde bir adım daha iler götürüldü. Kant’ın hayranı olmasına rağmen Fichte, numen ve kendinde-şey kavramını reddetti ve dış gerçekliği, bilen zihnin yaratımı olan mutlak idealizm sistemini önerdi.

Hume ve Kant bilimsel yasaların ampirik gözlemlerden elde edilemeyeceğini göstermişti ancak Fichte bunun zıddının mümkün olduğuna inanıyordu. Örneğin Newton tarafından öne sürülen fizik yasalarının doğru olduğuna inanıyordu ve evrenin yapısı hakkında doğuştan gelen bir fikrimiz olduğunu -ki ampirik gerçeklik sonucuna bu düşünceden varmaktayız- savundu. Bilen özen –Fichte’nin “Ben” olarak adlandırdığı şey- dış gerçekliğin, yani “ben-değil”in sebebidir. Bu görüşe göre, benlik pasif bir gözlemci değildir; aksine, varlığımızın esasen ahlaki olduğunu ima edercesine, seçimler yapmakta etkin ve özgürdür. Buradan hareketle Fichte, bu ahlaki benliğin yaratımı olarak gerçekliğin de temelde ahlaki nitelikte olması gerektiğini savundu. Fichte “Kişinin ne tür bir felsefe seçtiği, ne tür bir kişi olduğuna bağlıdır” demiştir.

İDEALİZM VE DOĞA

Alman idealizmi dönemi, sanatta "ROMANTİK HAREKET" in gelişmesiyle aynı döneme denk gelmiştir. Duygulara yaptığı vurgu ve doğaya hayranlığıyla romantizm, "BİLİMSEL RASYONALİZASYON" ve sanayileşmeye karşı bir tepki olarak gelişti; bununla birlikte Rousseau’nun doğa durumu hakkındaki görüşleri ve Spinoza’nın "PANTEİZMi" nden de etkilendi.

"ALMAN ROMANTİK SANATÇILARI" , yazarları ve entellektüelleri arasında "FRİEDRİCH SCHELLİNG" de vardı ki kendisinin doğa felsefesi bu romantiklerin idealleriyle uyum göstermekteydi. Schelling, bilen bir öznenin nesne olmadan ya da nesnenin bilen özne olmadan var olamayacağını ileri süren Fiche’nin fikirlerine karşı çıktı. Gerçeklik “Ben”in bir yaratımı değildir; öznel deneyim ile nesnel dış gerçeklik arasında hiçbir fark yoktur. dolayısıyla yaşam maddeden ayrı değildir ve doğa canlı bir şeydir; yaratıcılığı ile şekillenen ve sürekli gelişmekte olan bir süreçtir. Schelling’e göre insan yaratıcılığı, doğanın kendini tanımaya yönelik gelişiminin en yüksek noktasını temsil eder. "CASPAR DAVİD FRİEDRİCH" gibi Alman romantik sanatçıları insan ve doğa arasındaki ilişkiyi irdeledi.

İSTEME VE TASAVVUR OLARAK DÜNYA

"ARTHUR SCHOPENHAUER" , Kant’ın büyük bir hayranıydı ve fenomen ve numen fikrini hevesle benimsedi. İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya adlı kitabında bu fikri bir adım ileri taşıyarak iki ayrı dünya değil, iki farklı yönü olan bir dünya önerdi. Schopenhauer, Kant’ın numenal dünya olarak nitelendirdiği şeyin birbirinden farklı olabilmeleri için zaman veya mekanda farklı yerlerde var olmaları gerekeceğini ileri sürdü. Halbuki zaman ve mekan fenomenal dünyanın bir parçasıdır. Dahası nedenselliğin sadece fenomen dünyasında var olması sebebiyle numenler fenomenlere sebep olamaz, bu nedenle de istemenin eylemleri (ki bunlar numenaldir) bedensel hareket gibi şeylere neden olamaz. Schopenhauer, o halde isteme ve hareketin bir ve aynı şey olduğu sonucuna vardı. Fenomenal ve numenal dünyalar ayrı değil, iki farklı şekilde deneyimlenen tek bir dünyadır: İçeriden, isteme şeklinde ve dışarıdan, tasavvur şeklinde. Kendi istememizi deneyimleyebiliriz fakat diğer şeylerin içlerindeki istemeyi değil, yalnızca tasavvurlarını deneyimleyebiliriz. Schopenhauer “ insan istediği şeyi yapabilir ama ne isteyeceği kendi isteğine bağlı değildir” demiştir.

EVRENSEL İRADE

Schopenhauer’e göre dünya dışarıdan "TASAVVUR" olarak, içeridense irade olarak deneyimlenir. Schopenhauer, Kant’ın numenal dünya dediği şeyin tamamının irade ile şekillendiğini söyledi. Zaman ve mekan numenal alemde var olmadığından da iradede farklılaşma olamaz. İrade evrensel, bölünemez ve zamansız olmalıdır; bu nedenle kendimiz de dahil olmak üzere her tekil şeyde bulunan iradeyi kapsar. Her bireyin iradesi, Schopenhauer’in bilinç veya zekaya sahip olmayan, gayrişahsi ve ereksiz gördüğü evrensel irade’nin bir parçasıdır. Evrensel irade, temel dürtülerimiz ve içgüdülerimiz de dahil olmak üzere Tasavvur dünyasını kontrol eden bir enerji biçimine benzer. Schopenhauer, bu arzuları karşılama girişimlerinin hayal kırıklığı ve can sıkıntısıyla sonuçlanmaktan başka bir çaresi olmadığına inanıyordu. Tek kurtuluş umudu, evrensel iradeden kopmaya dair herhangi bir yanılsamadan ve herhangi bir tatmin umudundan vazgeçmek ve bir gün var olmayacağımızı kabul etmektir. Bu, Schopenhauer’in daha sonradan coşkuyla incelediği Hindu ve Budist inançlarına çarpıcı bir şekilde benzerdir.

GERÇEKLİK TARİHSEL BİR SÜREÇTİR

Kant gibi "GEORG HEGEL" de bir felsefe sistemi geliştirdi ancak Kant’ın fikirlerini geliştirirken, Kant’ın düşüncesinde temel hata olarak gördüklerini düzeltti. Hegel, kendinde-şey kavramını salt bir soyutlama olması gerekçesiyle reddetti ve var olanın, bilinçte her ne tezahür ediyorsa o olduğunu savundu. Hegel’e göre varlık; içinde, düşünen özne –bilinç- ile onun nesnesinin –dış dünya- özdeş olduğu tek ve kuşatıcı bir bütündür. Geist ya da ruh olarak adlandırdığı şey, kurumlarımız ve bilincimiz de dahil olmak üzere bu temelde maddi olmayan gerçeklikteki her şeyi kapsar. Hegel ayrıca Kant’ın deneyimlerimizin çerçevesini teşkil eden “kategorilerinin” müstakil ve değişmez olduğu fikrini reddetti. Bunun yerine, sadece bilincinde olduğumuz şeyin değil, bilincin kendisinin de değişime tabi ve bir evrim sürecinin parçası olduğuna inanıyordu. Dünyadaki değişimleri tarihin ilerlemesi olarak görürüz ama bunlar bir bütün olarak Ruhtaki değişimlerin örnekleridir. Gerçekliğin kendisi dinamik, tarihsel bir süreçtir. Devrimler, özellikle 1790’lardaki "HAİTİ KÖLE İSYANI" , Hegel için, Ruhta bir değişimin yaşanmasının toplumsal değişimin gerekli bir parçası olduğu fikrini doğruladı.

HEGEL DİYALEKTİĞİ

Gerçekliği tarihsel bir süreç olarak tanımlayan Hegel, sonrasında gerçekliği kuşatan "TİN" in sürekli evrilmekle kalmadığı, aynı zamanda bu sürecin altında yatan bir yapı bulunduğu fikriyle de meşgul oldu. Bunu ise DİYALEKTİK bir ilerlemeyle açıkladı: Her fikir kendi içinde çelişik bir fikir içerir ve bu iki karşıt fikir arasındaki zıtlık yeni bir fikrin ortaya çıkmasıyla çözülür. Hegel ilk fikre “tez”, çelişiğine “antitez” ve ortaya çıkan yeni fikre de “sentez” dedi. Örneğin zorba rejim fikri gibi bir tezde, zorbalıktan kurtuluş fikri bir antitez olarak mevcuttur. Bu karşıt fikirlerin çözümü, yani sentez, hukukun üstünlüğü yoluyla adalet fikri olacaktır. Sentez anlam bakımından türetildiği tezden daha zengindir; sadece olayların tarihsel bir gelişimini değil, aynı zamanda Tinin (kendi düşüncemiz ve bilincimiz dahil) kendisine dair daha iyi ve daha doğru bir anlayış elde etmesini sağlayan bir süreci de kapsar.

YABANCILAŞMA VE ZEİTGEİST

Hegel tek bir gerçeklik olduğuna ve bunun esasen maddi değil, "GEİST" veya Tin olarak adlandırdığı şey olduğuna inanıyordu. Algıladığımız "FENOMEN" ler, hatta kendi düşüncelerimiz ve bilincimiz bile, diyalektik bir süreçle zaman içinde sürekli olarak evrilen bu tek tinin yüzlerinden ibarettir. Sonuç olarak her zaman diliminin kendi farklı bir tini, zeitgeistı (Çağın tini) vardır ki düşünce biçimimiz ve bilincimiz bu tinin gelişiminde belirli bir aşamadadır.

Hepimiz bu zeitgeist’ın içerisindeyiz ve yaratılmasında da rol oynadığımız fikirler ve kurumlarla yaşıyoruz. Gelgelelim bunlar yaşamak istediğimiz tarza yabancı olabilecek davranış kurallarıyla bizi genellikle kısıtlar. Zeitgeistın bir parçası olmasına rağmen, fikirlerimiz etrafımızdaki dünyayla uyumsuz olabilir ve kendi yarattığımız toplumsal ve siyasal kurumlara karşı bir yabancılaşma hissi duyarız. Bu durum, ideallerimizi dünyamızdan ayrı bir Tanrıya aksettirmek suretiyle dini kurumlarımıza kadar uzanabilir.

MATERYALİZM VE ATEİZM

Hegel’den büyük ölçüde etkilenmişse de "LUDWİG FEUERBACH" , neredeyse onun felsefesine taban tabana zıt bir felsefe geliştirdi. Hegel gerçekliğin nihai olarak tinsel olduğuna inanan bir idealistken Feuerbach herhangi bir tinsel alemin varlığını kabul etmeyen bir "MATERYALİST" ti. Hegel ideallerimizi Tanrıya mutlak tine aksettirdiğimizi söylerken Feuerbach daha ileri giderek aslında bu idealleri somutlaştıran hayali bir varlık yarattığımızı ve daha sonra ona Tanrı dediğimizi öne sürdü. Ona göre teoloji sadece "ANTROPOLOJİ" dir ve yol göstermesi için ilahi olanı aramak yerine ona atfettiğimiz erdemlerin gerçek kaynağı olarak kendimize eğilmeliyiz. Feuerbach’ın ahlak felsefesi, tanrısal erdemlerden ziyade sıkı sıkıya bu insan fikrine dayanıyordu. Fikirleri daha sonra bazı sağcı siyaset filozofları tarafından benimsendi ancak Feuerbach solcu bir "LİBERAL" di ve etkisi en belirgin biçimde siyasi devrim felsefesinde hissedildi. Feuerbach’ın ateist materyalizmi Hegel’in diyalektik tarihsel değişim süreci ve Zeitgeist kavramları ile Karl Marx’ın fikirleri arasında bağlantı kurdu.

DİYALEKTİK MATERYALİZM

"KARL MARX" henüz öğrenciyken, Hegel’in teorileriyle, özellikle de tarihsel ilerlemenin diyalektiğiyle ilgilendi. Ancak diğer solcu “genç Hegelciler” ile birlikte, diyalektiği siyasi ve toplumsal bir süreç olarak gördü. Marx materyalistti ve Feuerbach’ın hayranıydı, ancak dönemin Almanyasında metafizik uğraşını şu meşhur sözüyle reddetti; “filozoflar dünyayı sadece çeşitli şekillerde yorumlamışlardır. Oysa mesele onu değiştirmektir.”

Marx, Hegelci diyalektiğin çerçevesini alıp kendi fikirlerine uygulayarak tarihsel süreci Tinden ziyade toplumsal ve ekonomik ilişkiler açısından çözümledi. Bu diyalektik materyalizmde tezle antitezin çelişkileri, sınıflar arasındaki mücadelenin çelişkileriydi. Örneğin feodal beyler tezi ve serfler antitezinden şehir yaşamı sentezi çıkmıştır. Marx, felsefenin, tarihi sadece bir dizi sınıf mücadelesi olarak çözümlemekle kalmayıp aynı zamanda sınıfsız bir topluma doğru gerçekleşecek ilerlemelere yönelik bir vizyon sağlayabileceğine de inanıyordu. Eski dünya: soylular+köleler= Feodal sistem: Lordlar+serfler=sanayi toplumu: "" BURJUVAZİ+PROLETARYA= gelecek:sosyalizm=komünizm. Marx’ın diyalektik tarih çözümlemesinde eski dünyanın adaletsizliğinden komünizmin eşitlikçi geleceğine kaçınılmaz bir ilerleme vardır.

KAPİTAL

Marx’ın siyaset felsefesi, tarihin bir dizi sınıf mücadelesinden ibaret olduğu görüşüne dayanıyordu. 19. Yy’ın ortalarında, karşıtlık açıkça işçi sınıfı “proletarya” ile bunların kapitalist işverenleri arasındaydı. Kapitalizm, sanayileşmiş dünyanın baskın ekonomik sistemi haline gelmişti ve çağdaş sınıf mücadelesi çözümlemesinin bir parçası olarak, Marx bu durumun kapsamlı bir eleştirisi olan Kapital’i yazdı. Marx’a göre, üretim araçlarının sahiplerini teşvik eden şey, iş gücünün ürettiği sermayenin birikimi yoluyla elde ettikleri kardı. Marx bunu temelde bir sömürü ilişkisi olarak gördü: bu ilişkide işçiler kendilerini ezen ve nihayetinde insanlıktan çıkarıp yabancılaştıran bir sistemi sürdürmek zorundadır. Bununla birlikte Marx, kapitalizmin feodalizme kıyasla bir gelişme sayılması ve üretim araçları ile ekonomik büyümeyi geliştirmeye yönelik bir teşvik olması gibi bazı olumlu yönleri olduğunu da kabul edecekti. Yine de kapitalizmi sadece tarihin bir aşaması olarak, yani diyalektik açıdan, içinde değişim yaratacak karşıt bir antitez barındıran bir tez olarak gördü.

SOSYALİZM VE KOMÜNİZM

Hakim kapitalist sisteme dair ekonomik çözümlemesini diyalektik bir tarih görüşüyle birleştiren Marx, devrimci siyaset felsefesi için bir temel geliştirdi. Kapitalistler ile proletarya arasındaki düşmanlık neticede bir sentez üretecekti ve Marx bu düşmanlığın komünizm idaresinde sınıfsız bir toplumda doruğa ulaşacağına inanıyordu. Bu değişiklik, işçilerin sürekli yabancılaşmasının bir sonucu olacaktı ancak Marx’ın, kapitalist sistemin doğal istikrarsızlığı olarak gördüğü şey tarafından tetiklenecekti. Marx kapitalizmin ekonomik büyüme potansiyelini fark ederken bunun aynı zamanda kitlesel işsizliğe neden olan dönemsel krizler ve buhranlarla eş anlama geldiğine dikkat çekti. Bu krizlerin ve buhranların, eninde sonunda iktidarı burjuva diktatörlüğünden üretim araçlarının işçiler tarafından kontrol edileceği bir proletarya diktatörlüğüne aktaran bir devrimle kapitalizmin çöküşüne yol açacağını söyledi. Marx’a göre, bu sosyalist işçi demokrasisi aynı şekilde, özel mülkiyetin olmadığı, sınıfsız, devletsiz bir toplum olan komünizme doğru ilerlemenin bir aşamasıydı.

HALKIN AFYONU

Kant, numenal dünyanın kavrayışımızın ötesinde olduğunu ileri sürdüğünde, Tanrı’nın varlığına ya da var olmadığına dair iki yönden de hiçbir kanıt bulunamayacağını göstermişti. Hegel Tanrıdan yabancılaşmamıza dikkat çekti, Feuerbach ise Tanrının bir insan yaratımı olduğunu savundu: dinin felsefeden ayrılması neredeyse tamamlanmıştı. Hem bir materyalist hem de bir ateist olarak, teolojinin yerini aklın alması gerektiğini savunan Marx, dini, bir sınıfın kendi çıkarlarının aleyhine olan inançlara nasıl sahip çıkabileceklerinin bir örneği olarak gördü. Bilindik “halkın afyonu” tanımıyla dini, baskı ve yabancılaşma karşısında aldatıcı bir mutluluk bulma girişimi olarak yorumladı ve yanılsamalara gömülmeyi gerektiren koşulları kaldırıp yerlerine gerçek mutluluğu gerektiren koşulları tesis ederek dinin lağvedilmesi gerektiğine işaret etti. Bu, hem Marx’ın felsefe ve tarih hususunda rasyonel yaklaşımı ile hem de ekonomiyi, sosyoloji, psikoloji gibi yeni disiplinlerin, bilimsel metodolojiyi kullanmaları sayesinde felsefi kökenlerinden ortaya çıkmalarıyla uyumluydu.

NİETZSCHE: TANRI ÖLDÜ

"FRİEDRİCH NİETZSCHE" nin felsefesi büyük ölçüde Schopenhauer’den ilham aldı ve kendisi, dünyanın yüce bir varlıktan ziyade gayrişahsi, amaçsız bir irade tarafından yönlendirildiği hususunda Schopenhauer’le hemfikirdi. Ancak Nietzsche, gerçeklikle içinde yaşadığımız dünyadan daha fazla bir şey olmadığına ve hayatımızın, sahip olduğumuz tek hayat olduğuna inanıyordu. Platon’dan bu yana birçok felsefe, -bir anlamda, fiziksel dünyadan daha üstün olan- başka bir dünya kavramını barındırıyordu ve çoğu din, hayatlarımızın, ölümden sonraki başka bir gerçek dünyada geçecek bir yaşam biçiminin öncüsü olduğunu iddia ediyordu. Bundan da öte, mevcut ahlakımız ve değerlerimiz dinler tarafından, özellikle de –eski Yunan felsefesinden fikirler miras alan- Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam gibi İbrahimi dinler tarafından şekillendirilmişti. Nietzsche, bu dinlerin köken aldıkları toplumlar için iyi olduğunu ancak birçok insanın bu eski inançlara bağlı olmadığı modern bir dünyayla artık ilgili olmadıkları ileri sürdü. Materyalizmin, bilim ve aklın sunduğu iddialar göz önüne alındığında, bu dünyanın olan biten her şey olduğunu ve eski dinlerin artık önemini kaybettiğini kabul etmeliyiz; modern dünyada Tanrı, bilfiil, öldü.

İNSAN VE ÜSTÜN-İNSAN

Nietzsche, içinde yaşadığımız dünyanın tek gerçeklik olduğunu ve hem tanrısız hem de amaçsız olduğunu öne sürdü. Fakat hayatlarımızı dolu dolu yaşamak adına, dehşete düşüp dünyayı reddetmek yerine eski felsefeler ile dinleri ve bunların değer sistemlerini reddetmemiz gerektiğine inanıyordu. Klasik Yunan filozoflarının ve daha sonra özellikle Hıristiyanlığın övdüğü erdemler gerçek potansiyelimize ulaşmaktan bizi alıkoymaktadır. Bizim için en iyi olan değerleri seçmekte özgürüz ve bizi dini bir değer sistemine köle kılan alçak gönüllülükten ziyade güç, yetenek gibi erdemleri yüceltmeliyiz. Nietzsche, Neysen o olmaya cesaret et diyerek iyi ve kötünün ötesine geçmek için kendimizi bu köle ahlakından kurtarabileceğimizi ve eylemlerimizin ahlakiliğini, yaşamayı teşvik edip etmediklerine göre yargılayabileceğimizi ileri sürdü. Bu güç iradesi aynı zamanda, Nietzsche’nin ÜBERMENSCH veya üstün-insan olarak tanımladığı yetenekli kişi ve potansiyel liderin ortaya çıkmasını da mümkün kılar. Böyle buyurdu Zerdüştteki baş karakterin de söylediği gibi; insan aşılması gereken bir şeydir.

VAROLUŞÇULUK

19 yy’da bazı filozoflar, birçok felsefenin nesnel duruşunu, öznel insan deneyimine odaklanmak için reddetti. "SOREN KİERKEGAARD" , muhtemelen, görünüşte anlamsız olan bir dünyada karar verme özgürlüğü ile karşılaşıldığında yaşanan kafa karışıklığı ve endişe hissini ilk tanımlayan kişiydi. Kierkegaard ve daha sonra Nietzsche, seçimlerimizin varlığımızın doğasını nasıl açığa çıkardığını inceledi. Her ikisi de kendilerini varoluşçu olarak adlandırmasalar da fikirleri daha sonra varoluşçu olarak adlandırmasalar da fikirleri daha sonra varoluşçuluk olarak bilinen felsefi yaklaşımın temelini oluşturdu. "EDMUND HUSSERL" in bütün cevaplanamaz soruları bir kenara bırakmamızı ve felsefemizi bildiğimiz dünyaya dayandırmamızı öneren fenomenolojisi çok etkili oldu. (bilhassa MARTİN HEİDEGGER üzerinde). Heidegger ise ilk olarak Kierkegard tarafından tarif edilen yolunu şaşırmışlık duygusunu daha derinlemesine açıkladı. Fenomenoloji "MAURİCE MERLEAU-PONTY" tarafından daha da geliştirildi ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bu öznel felsefi yaklaşım, "JEAN-PAUL SARTRE" ve "ALBERT CAMUS" un edebiyat felsefesinde varoluşçuluk olarak popülerleştirildi.

VAROLUŞSAL KAYGI

İlk varoluşçu filozof (bu terim 20. Yy’a kadar kullanılmasa da) olarak niteleyceğimiz Soren Kierkegaard, Hegel’in insanın sadece tarihsel sürecin bir parçası olduğu düşüncesine tepki gösterdi. Kierkegaard, bize toplum ya da din tarafından aktarılan değer sistemini kabul etmek yerine, hayatımızı şekillendiren etik seçimler yapmakta özgür olduğumuzu düşündü. Felsefeye yönelik daha öznel yaklaşımlarda Kierkegaard, insan olmanın nasıl bir şey olduğunu ve özellikle karar verme özgürlüğümüzün hayatlarımız üzerindeki etkisini inceledi. Hayata anlam vermenin ve onu dolu dolu yaşamanın, her bireyin kendi sorumluluğu olduğuna inanıyordu. Ancak seçimlerimizde mutlak özgürlüğe sahip olduğumuzun farkında olmak göz korkutucu bir deneyimdir; bugün varoluşsal kaygı dediğimiz bir endişe hissi yaratır. Kierkegaard bu özgürlük şaşkınlığını bir uçurumun kenarında dururken sahip olduğumuz baş dönmesi hissine benzetir; düşmekten korkuyoruzdur ama aynı zamanda kendimizi atmaya yönelik ani bir dürtünün –hiçbir şey bizi bu seçimi yapmaktan alıkoyamayacağı için- bize galip gelmesinden de korkuyoruzdur.

HUSSERL FENOMENOLOJİSİ

Kierkegaard ve Nietzsche, kendilerine has yollardan, hayata anlam vermek için ahlaki kararlar alma özgürlüğü açısından öznel deneyimi araştırdı. Edmund Husserl, Kant’ın fikirlerini bir başlangıç noktası olarak kabul edip daha sistematik bir yaklaşım benimsedi. Kant, kendinde-şeyleri kavrayamayacağımızı göstermişti ancak Husserl, felsefenin odağının, bu numenal dünya hakkındaki cevaplanamaz sorularla dağıldığı görüşündeydi. Kendisi, deneyimlediğimiz fenomenal dünyaya yoğunlaşmak için bunları bir tarafa koymamız gerektiğini ileri sürdü. Fenomenoloji olarak bilinen bu yaklaşım, farkındalığımızın kapsamına giren nesnelerin bağımsız varlığı sorununu parantez içine alır ve bunun yerine sadece bildiğimizden emin olabileceğimiz şeyleri inceler. Husserl buna "LEBENSWELT (Yaşam Dünyası)" adını verdi. Deneyimlerimiz dahilinde bütün nesnelere fenomen olarak yaklaşıp gerçekte var olup olmadıklarını göz ardı ederek dikkatimizi birinci tekil şahıs deneyiminin kendisine, bu deneyime sahip olmanın ne anlama geldiğine ve bilincimizin doğasına yoğunlaşabiliriz.

HEİDEGGER: VARLIK VE ZAMAN

Martin Heidegger, Husserl’in eserlerini okuyarak felsefeye merak saldı ve varoluşun doğasına yönelik kendi incelemesinde fenomenoloji yöntemlerini benimsedi. Husserl gibi insan deneyimine ait nesnelere odaklanmak için numenal dünyayla ilgili bütün tartışmaları terk etti. Ancak Heiddegger, "VARLIK VE ZAMAN (1927)" adlı kitabında kendi varoluşumuzun bilincinde olduğumuzu, böylelikle bunun fenomenal dünyanın bir parçası olarak incelenebileceğini göstererek Husserl’in bu tavrını daha da ileri götürdü. Deneyimlerimizin bir nesnesi olduğu için varlığımızın mekanda bir yerde olması gerekir, ayrıca zaman içinde var olur ve ondan ayrılamaz. Heidegger varoluş deneyimimizin geçmiş, şimdi ve geleceğe sahip oluşu üzerinden varlığın zaman olduğu sonucuna vardı. Hayatlarımız, doğumdan ölüme kadar zamanla çerçevelenir; var olmaya geliriz, varlığımızı idrak ederiz ama bunun bir sonu olduğunun da bilincine varırız. Hiçbir nesnel kesinlik olmadığından hayatlarımız anlamsız olabilir, bu yüzden görevimiz hayatımızda bir önem keşfetmektir. Heidegger’in “varlığımızın en uzak ufku” dediği ölüm farkındalığı, varoluşumuzu anlamamıza ve “hakiki bir biçimde” yaşamamıza yardımcı olur.

KENDİLİK BİLİNCİ

Heidegger, 1930’larda Nazi Partisi’ne girmesi sebebiyle gözden düşene kadar çok etkili bir öğretim görevlisi olmaya devam etti. Bununla birlikte, varlık ve zaman’daki fenomenoloji yorumu, varoluşçuluk terimini benimseyen ve birçoğu Fransız olan bir filozof nesline ilham verdi. Bunların en iyi bilinenleri Sartre ve Camus, daha az bilinen biri ise öznel insan deneyimini incelemek için Husserl ve Heidegger fenomenolojisinin sistematik yöntemlerini uygulamaya devam eden Maurice Merleau-Ponty’dir. Hatta Merleau- Ponty bireyin deneyimine, mekan ve zamanda yeri olan her bir bireye Husserl ve Heidegger’den daha fazla odaklandı. Her birimizin biricik bir varoluşu olduğu için gerçeklik ancak bu biricik bireysel bakış açısından kavranabilir. Dahası Merleau-Ponty, sadece yaşadığımız dünyadaki nesneleri değil, aynı zamanda kendi varoluşumuzu da deneyimlediğimizi, yani kendimizin farkında olduğumuzu savundu. İnsan deneyimini farklı kılan şey budur: diğer maddi şeylerin aksine, bizler farkındalığımızın hem öznesi hem de nesnesiyiz. Kendilik bilinci bize gerçekçiliğe dair biricik bir bakış açısı kazandırır ancak bunun tamamen kişisel ve öznel olduğunu kabul etmeliyiz.

FELSEFE VE EDEBİYAT

19. yy sonlarında Fransa’nın zengin edebi kültürü içerisinde felsefeye yönelik belirgin bir Fransız yaklaşımı geliştirdi. Bu yaklaşım kısmen Schopenhauer ve Nietzsche gibi filozofların edebi tarzından, kısmen de yeni yeni ortaya çıkan varoluşçuluğun öznel duruşundan etkilendi. "HENRİ BERGSON" un eserinde felsefe ve edebiyat arasındaki sınır her zaman net değildi; hakikaten de Bergson felsefi eserleri sayesinde 1927 "NOBEL" Edebiyat Ödülünü kazanmıştır. Jean Paul Sartre ve Albert Camus gibi diğerleri ise felsefi fikirlerini edebi eserler aracılığıyla popülerleştirdiler. Edebiyat eleştirisi de gelişmekte olan dilbilim ve göstergebilim sahaları gibi 20.yy Fransız felsefesinin şekillenmesinde rol oynadı. "LOUİS ALTHUSSER" , "JACQUES LACAN" , "MİCHEL FOUCAULT" ve "JACQUES DERRİDA" gibi yapısalcılar, felsefi söylemi, dilin bünyesi dahilindeki bir yapıdan ibaret gördüler. Hem varoluşçuluk hem yapısalcılık dünya çapında büyük popülerlik kazandı ancak başka yerlerdeki ana akım felsefeyle bariz bir tezat teşkil ediyordu.

SÜREKLİ BİR AKIŞ OLARAK GERÇEKLİK

Henri Bergson, Darwin’in evrim teorisinden derinden etkilenmişti; insanların ve yaşadıkları dünyanın evrimsel sürecin bir parçası olarak anlaşılabileceğine kanaat getirdi. Bergson, HERAKLEİTOS gibi gerçekliği sürekli bir akış olarak gördü: her şey sürekli değişmekte ve gelişmektedir, zamanın akışı bütün gerçekliğin esasıdır. Bu sürekliliğin bir parçası olarak bizler; bunu duyularımız ya da fikirlerimizle değil, doğrudan deneyimleriz; zamanın akışı ile içsel deneyimimiz aynı şeydir. Bergson bu durumu, evrim sürecini yürüttüğüne inandığı elan "VİTAL(Yaşamsal Atılım)" ile özdeşleştirdi. Buna karşılık, algılarımız evrim tarafından belirlenir ve duyularımız bize dünya hakkında fikir vermek için değil, hayatta kalmamıza yardımcı olmak için bulunur. Bu nedenle onlar bize sadece hayatta kalmak için neyi bilmemiz gerektiğini söylerler ve dünyanın nesnel bir görüntüsünü vermezler. Bu nedenle etrafımızdaki dünya hakkında eksik bir bilgiye, gerçekliğin sürekliliğinin doğrudan sezgisi yoluyla elde edilen mutlak bilgiyle karşılaştırıldığında, biricik bakış açımızdan göreceli bir bilgiye sahibiz.

VARLIK VE HİÇLİK

Kariyerine felsefe hocası olarak başlasa da "JEAN PAUL SARTRE" kısa süre sonra romancı ve oyun yazarı olarak tanınır oldu. Bununla birlikte hem edebi hem de felsefi eserlerinde Kierkegaard ve Nietzsche’nin değer sistemlerini seçme özgürlüğü ve hayatta anlam bulma hususundaki fikirlerini inceledi. En önemli felsefi kitabı "VARLIK VE HİÇLİK (1943)" , Husserl ve Heidegger’in fenomenolojisinden de etkilendi. Sartre, eserde, bir tanrı tarafından bir amaç uğruna yaratılmadığımızı, bu yüzden hayatta kendi amacımızı yaratmak zorunda olduğumuzu açıklar. Kendi kurallarımızı ve değer sistemimizi belirleyerek ne tür bir yaşam süreceğimizi belirleyebilir ve kendimizi bilfiil yaratabiliriz. Sartre varlığın özden önce geldiğini söyler: İlk önce var oluruz; sonra kendimizle karşılaşır ve varoluşsal kaygıyı deneyimleriz; ardından da kendi özümüzü yaratabiliriz. Bunu yapmak ve hayatı sonuna kadar yaşamak ya da sadece mevcut değerleri kabul etmek bizim seçimimizdir. Sartre daha sonra komünist siyasete karıştı ve varoluşçu görüşlerini, toplumun değerlerinden kendimizi asla tamamen kurtaramayacağımız söyleyecek kadar değiştirdi.

ANLAM İÇİN ABSÜRT BİR TALEP

Sartre’ın romanları ve oyunları sayesinde varoluşçuluk, 1950’lerin "BEAT KUŞAĞI" nın genç entellektüelleri arasında popüler oldu. Sartre’ın arkadaşı Albert Camus’nün romanları da o kadar etkiliydi: Camus varoluşçuluktaki içkin seçme özgürlüğünden ziyade varoluşun anlamsızlığına odaklandı. Evren tanrısız ve anlamsızdır ama bundan da öte, tekil insan bireylerinin varlığına karşı kayıtsızdır. Hayatlarımızın bir önemi olması gerektiğini düşünüyor ve varoluşumuzda anlam arıyoruz ancak bu, verimsiz bir arayıştır. Camus için anlam talebi "ABSÜRT" tür. Hayatın hiçbir anlamı olmadığını kabul etmeyi öğrenmeliyiz ancak bu, hayatın nihayetinde yaşamaya değer olup olmadığı meselesini -Camus’ye göre felsefenin temel sorusudur- gündeme getirir. Yine de intihar cevap değil, yalnızca bir teslimiyettir. Camus’ye göre daha iyisi varoluşun absürtlüklerini kucaklamak ve adaletsizliğine karşı isyan etmekti. Camus’nün fikirleri, "SAMUEL BECKETT" , "EUGENE İONESCO" , "EDWARD ALBEE" ve "TOM STOPPARD" gibi 20. Yy’ın son dönemindeki "ABSÜRT TİYATRO" yazarlarını etkiledi.

İKİNCİ CİNSİYET

21. yy’ın sonlarına kadar, felsefe neredeyse tamamen erkeklere has bir sahaydı. Az sayıdaki kadın filozof erkek meslektaşlarının gölgesinde kalmıştı; fark edilenler ise ana filozoflarından ziyade siyasi aktivistlerdi. Ancak "SİMONE DE BEAUVOİR" , varoluşçuluğu siyaseti için bir çerçeve olarak ele aldı. İkinci cinsiyette erkek egemen toplumun kadın olmanın ne demek olduğunu tanımladığını gösterdi: erkek, insan olarak tanımlanırken kadın dişi olarak tanımlanır. Simone de Beauvoir fiziksel olarak kadın olmak ile toplumsal bir inşa olarak kadınlık arasında bir fark olduğuna inanıyordu; “Kadın doğulmaz, kadın olunur.” Bir varoluşçu olarak, sevgilisini Sartre gibi mevcut normları kabul etmek yerine bizi tanımlayan değerleri seçmekte ve kendimizi yaratmakta özgür olduğumuza inanıyordu. Bu nedenle kadınlar, geleneksel pasif kadınlıktan ve ayrıca erkeklere benzemeleri gerektiği düşüncesinden kurtulmalı ve kendileri için kadın olarak özgün bir varoluş seçmelidirler. 1949’da yazılan 2. Cinsiyet, hem 1960’ların Kadınların Kurtuluşu Hareketi’ne hem de ikinci dalga "FEMİNİZM" e ilham verdi.

DİLBİLİM VE GÖSTERGEBİLİM

Daha önce felsefenin dalları olarak düşünülen bazı konular 19. Yy’da bilimsel disiplinler ortaya çıktı. Psikoloji, ekonomi ve sosyolojinin yanı sıra, düşünürler dil çalışmalarında da bilimsel yöntemleri uygulamaya başladı. Bu dilbilim alanındaki öncülerden biri, dilin yapısını inceleyen ve kavramları gösteren dilsel göstergelerden oluşan bir teori geliştiren "FERDİNAND DE SAUSSURE" dü. Bu fikir, göstergebilimin, göstergeleri ve gösteren –göstergenin kendisi- ile gösterilen –kavram- arasındaki ilişkilerin araştırıldığı bilim dalının temeli olmuştur. Dil ve gösterge kullanımının çözümlenmesine, gösterge bilimsel teorileri edebiyat eleştirisi ve genel kültüre uygulayan "ROLAND BARTHES" tarafından siyasi bir boyut kazandırıldı. Barthes bir Marksist olarak, burjuva kültürel değerlerini dayatmak için göstergelerin nasıl kullanılabileceğini açıkladı. Özellikle sol eğilimiyle, edebiyat ve dilin çözümlenmesine yönelik bilimsel yaklaşımı, Sartre ve Camus’u takip eden Fransız filozoflar kuşağında –yapısalcılar- oldukça etkili oldu.

YAPISALCILIK

Varoluşçuluk, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa’da ve Avrupa’nın genelinde baskın felsefe haline geldi. Fakat 1960’larda Fransız entelektüelleri arasında rakip bir hareket başladı. Sartre’ın Marksizmi, insan özgürlüğü ve seçim hakkındaki fikirlerini değiştirmesine neden olmuştu ve bir sonraki nesil, fenomenoloji ve varoluşçuluğu tamamen reddetti. Bunun yerine, Louis Althusser gibi Marksist filozoflar, insan davranışının yapılar tarafından belirlendiği ve felsefenin de dilsel yapı tarafından yönetilen bir söylem olduğu fikrine sahip çıktılar. Bu yaklaşımın adlandırıldığı haliyle yapısalcılık "BARTHES" ın göstergebilimsel teorilerinden etkilendi ve Fransız edebiyat eleştiri geleneğiyle yakından bağlantılı hale geldi. Yapısalcılık ayrıca "JACQUES LACAN" un psikanalitik teorilerini ve "CLAUDE LEVİ-STRAUSS" un antropolojisini de besledi. Bu yaklaşım "ALTHUSSER" ve Barthes’in eserlerinde geliştikçe "MİCHEL FOUCAULT" ve "JACQUES DERRİDA" gibi genç solcu filozoflar tarafından da kabul edildi. Yapısalcı filozoflar söylem ve insan davranışı dilsel yapıları tarafından belirlendiği için bunların da dilbilimsel çözümlemeyle açılanabileceğini ileri sürdüler. Kültür unsurlarının daha geniş, daha kapsayıcı bir sistem veya yapı ile ilişkileri açısından anlaşılması gerektiği şeklindeki yapısalcı fikir, mimari de dahil olmak üzere birçok sanat biçimini etkiledi.

YAPISÖKÜM

Yapısalcılık, varoluşçuluğun hayatlarımızı nasıl yaşayacağımızı seçme özgürlüğü fikrine bir alternatif sundu. Bununla birlikte, hayatımızı şekillendiren yapılar –bilhassa dilbilim üzerine modellenenler düşüncesi, bazıları tarafından aşırı "DETERMİNİSTİK" görüldü. Hem Barthes hem de Foucault, dilin, fikirleri dayatmada ve iktidarı uygulamada nasıl kullanılabileceğini ve net bir yapıya ve bilimsel yasalara sahip olmaktan ziyade yoruma açık olduğunu göstermişti. Bunun üzerine "POST-YAPISALCI" bir hareket ortaya çıktı ve bu hareket – "YAPISÖKÜM" olarak bilinen- dili, iletişimi ve söylemi çözümleme yöntemini kullandı. Bu düşünce, Derrida tarafından, dil haricinde hiçbir gerçeklik deneyimi veya felsefe olmadığını ima eden meşhur “metnin dışında hiçbir şey yok” ifadesinin geçtiği "GRAMATOLOJİ (1967)" kitabında biçimlendirildi. Dilin bu eleştirel incelemesi sadece daha derin anlamlarını değil, aynı zamanda belirsizliklerini de ortaya çıkarır. Post-yapısalcılık, yapısöküm yoluyla, gerçeklik ya da hakikat hakkında görünüşte geçerli olan bütün ifadelerin, kendi kendilerine yaptıkları atıflara ve dairesel bir akıl yürütmeye dayandığını göstererek bu ifadelerin paradoksal doğasını ortaya çıkardı.

ABD’DE FELSEFE

18. yy’ın sonunda bağımsızlığını kazanmasına rağmen Amerika esasen Avrupa kültürünü sürdürdü. Ancak 19. Yy’da, özellikle New England’ın edebi çevrelerinde bir Amerikan entelektüel geleneği ortaya çıktı. "RALPH WALDO EMERSON" un yenilikçi fikirleri, “transandantalizm” olarak adlandırdığı idealist bir felsefenin temelini oluşturdu. Transandantalizm, romantizmin, "HENRY THOREAU" gibi yazarlar ve şairler tarafından ele alınan, gayet Amerikan bir versiyonuydu.

Yüzyılın sonlarına doğru ABD felsefesi bilimsel düşünceden daha fazla etkilenir hale geldi. Matematikçi "CHARLES SANDERS PEİRCE" ve psikolog "WİLLİAM JAMES" , hayatlarımız üzerinde kayda değer bir etkisi olmayan felsefeciliği reddederek bilgi ve "PRAGMATİZM" olarak bilinen hareketin ön saflarında yer aldılar. Pragmatizm, "JOHN DEWEY" ve "RİCHARD RORTY" gibi figürler tarafından araştırılan siyaset ve eğitime uygulanma biçimleriyle, 20. Yy’ın baskın yerli Amerikan felsefesi haline geldi.

TRANSANDANTALİZM

1836 tarihli “Doğa” başlıklı makalesinde "RALPH WALDO EMERSON" , hem insanın hem de doğanın temelde iyi olduğu fikrine dayanan ve bazı açılardan Avrupa romantizmine benzeyen bir felsefe başlattı. Bu felsefenin özünde; egemen siyasi, toplumsal ve dini kurumlardan bağımsızlık fikri vardı; bu kurumların yerini ise doğa ile uyum içinde bulunan ve basit, sağlam bir özgüven ve öz yeterliliğin hakim olduğu bir yaşam alacaktı. Bu şekilde, bireyle tam potansiyellerine ulaşabilir ve bilinçlerini zenginleştirebilirlerdi. "EMERSON" , bireyciliği ve her biriminizin kendi dünyamızı inşa etme ve kendimiz için hakikat ve iyilik gibi değerlerin anlamını keşfedebilme imkanını çokça vurgulamıştır. Ama aynı zamanda, zamanının "ANGLİKAN PROTESTAN" ı Hıristiyanlarının yaptığı gibi, sade bir dini inancı da savunmuştur. Takipçileri arasında, bireycilik ve topluma aykırılık fikirlerini anarşizmi andıran bir düzen karşıtı felsefeye dönüştüren "HENRY DAVİD THOREAU" da vardı. Thoreau, Walden (1854) isimli kitabında, sonradan çıkacak çevreciliği öngören, doğayla uyumlu bir toplum görüşü sunarak sade hayatı merkeze aldı.

PRAGMATİZM

Bilim adamının bakış açısından bilgi, gerçekliğe ve hakikate dair felsefi bir tartışma, içinde yaşadığımız dünyadan ziyade sadece kelimeler hakkındaki bir tartışmaymış gibi görünebilir. Bir matematikçi ve mantıkçı olarak "C.S. PEİRCE" , felsefi sorgulamanın sıklıkla bu tuzağa düştüğünü ve bunun pratikte yararlı olmayan kavramlarla sonuçlandığını düşündü. Peirce, sonradan “pragmatik ilke” olarak adlandırdığı şeyi kullanarak farklı bir yaklaşım önerdi; anlayışınızdaki nesnelerin pratik etkilerini düşünün. Akabinde bu etkilere dair anlayışınız, nesne hakkındaki anlayışınız bütünü olacaktır. Bir şeyin manasını anlamak için o şeyin bir durum ya da problem üzerinde herhangi bir fark yaratıp yaratmadığını incelemeliyiz; duyularımızla fiilen ayırt edebileceğimiz hiçbir etkisi olmayan bir şey, bir faydacı için mana taşımaz. Pragmatizm, bir ifadenin hakikatiyle, o ifadeyi doğru olarak kabul etmenin pratikteki uygulamalarıyla ilgilendiğinden daha az ilgilidir. Öyleyse bilgi hakikatlerinden ve kesinliklerden değil, geçerliliğini veya kullanışlılığını yitirdiğinde değiştirilebilen veya geliştirilebilen geçerli açıklamalardan oluşur.

HAKİKAT VE KULLANIŞLILIK

Peierce’in pragmatizmi, arkadaşı ve Harvard Üniversitesi’nden meslektaşı "WİLLİAM JAMES" tarafından hevesle benimsendi. James’in gayet okunabilir bir edebi tarzı vardı (kardeşi romancı "HENRY JAMES" di) ve Peirce’in fikirlerini açıklamasının yanında popülerleştirmeye de yardımcı oldu. Peirce öncelikle bir ifade veya terimin anlamı ile ilgilenirken James hakikat fikrini inceledi. Onun için bir ifade, geçerli bir açıklama sağlıyor, tahminlere imkan tanıyor veya bir fikir veriyorsa doğru kabul edilebilir: Yani eğer kullanışlıysa ve yapmasını istediğimiz şeyi yaparsa doğrudur. Ormanda kaybolan ama bir yol bulan adam örneğini verir: Yolun onu güvenli bir yere kavuşturacağına inanmayı seçebilir ve yolu takip ederek ormandan çıkabilir ya da yolun onu emin bir yere çıkarmayacağına karar vererek öylece bulunduğu yerde aç biilaç kalabilir. Yapacağı eylem her iki durumda da inancını hakiki kılar. James, inananlara yararlı olan doğru inançlar ile olgular arasında bir ayrım yapar; hakikatler olgulardan ortaya çıkar… olguların kendileri ise hakiki değildir. Onlar sadece vardır. Hakikat, olguların arasında başlayan ve olguların arasında sona eren inançların işlevidir.

FELSEFE, PSİKOLOJİYE KARŞI

"WİLLİAM JAMES" filozof olmadan önce tıp okudu; bu onun yeni bir bilim alanı olan psikolojide öncü bir figür haline gelmesini sağlayan kombinasyon oldu. Pragmatizmin, soyut ve spekülatif olandan ziyade fark yaratan şeylere vurgu yapmasıyla, insan davranışı ve zihinsel süreçler hususundaki nesnel araştırmalarda tamamlayıcı olduğu ortaya çıktı. James psikolojinin –felsefenin kuramsal akıl yürütme ve teori üretiminden farklı bir şekilde- gözlem, deneyler ve verilerin çözümlenmesi yoluyla bilimsel bir saha olarak nitelendirilmesini kolaylaştıran ilk gerçek psikologlar arasındaydı. Ayrıca ABD’de deneysel psikoloji alanında ilk ders veren oldu. Öncelikle bilincin psikolojik bir açıklaması üzerinde çalıştı; nitekim bu, filozofların uzun süredir meşgul oldukları ancak titiz bir bilimsel incelemeye tabi tutmadan ele aldıkları bir konuydu. Buna karşılık James, bilincin zihinsel bir süreç ve çeşitli düşüncelerimizi ilişkilendirip düzene sokmanın bir yolu olduğunu gösterdi. Bilinci fasılasız bir süreç olarak tanımlarken de bilinç akışı dediği etkili kavramı ortaya attı.

ZİHİN BİLİMİ

Psikoloji felsefi köklerden gelişti ancak insan zihnini ve davranışını anlamamız için bize bilimsel bir temel sağlamayı hedefledi. Tıpkı fizik bilimlerinin, daha önceleri metafiziğin alanına giren meseleleri cevaplandırmaya başlamaları gibi, deneysel psikoloji de epistemoloji ve bilinç meselelerine bilimsel açıklamalar sunmaya başladı. Filozofların öznel ve sıklıkla kendi içlerine döndükleri bir bakış açısıyla yorum ürettikleri yerlerde, psikoloji açıklamalarını sadece gözlemsel değil, deneysel kanıtlara da dayandırdı. Davranışsal psikologlar sadece insanları değil, diğer hayvanları da gözlemleyerek nasıl bilgi edindiğimizi ve öğrendiğimizi keşfetmeye yönelik testler geliştirdi. Sonrasında, bilişsel psikoloji beynimizin bilgiyi işleme biçimini spekülasyondan daha da uzaklaştı ve sinirbilimle daha yakından ilişkili hale geldi. Bilgisayar teknolojisinin gelişmesiyle beyne dair yapılan elektronik veri işleme benzetmesi de insan beyninin psikolojik yorumlarını etkiledi.

YAPARAK ÖĞRENME

Peirce’in ileri sürdüğü pragmatizmin temel kavramlarından biri, bilginin olgularla değil, geçerli açıklamalarla ilgili olduğudur. Bilimin yeni veya daha iyi açıklamalarla değiştirilebilecek yeterli açıklamalar sağlaması gibi, biz de eylem için ihtiyaç duyduğumuz malumatları veren bilgileri ediniriz. Düşünme ve öğrenmenin amacı, bir şeyler yapmamıza ve özellikle dünyada hayatta kalmamıza yardımcı olmaktır; bize dünyaya dair hatasız bir anlayış vermek değildir. Bir sonraki nesil Amerikalı pragmatistlerden biri olan "JOHN DEWEY" , öğrenme fiilini hayatta kalmak için gerçekleştirdiğimiz ve bilgimizin, anlamaya çalıştığımız dünyayı gözlemlemek yerine bu dünyaya katılmaktan kaynaklandığı hususunda Peirce ile aynı fikirdeydi. Bu süreç bilimsel bir yöntem gibidir: Bir sorunla karşılaşırız, onu çözümleriz ve olası bir çözüm düşünürüz, sonra da deney yoluyla bu çözümü test ederiz. Çözüm ya işe yarar ve sorun çözülür ya da başka bir çözüm düşünmek durumunda kalırız. Aslında yalnızca sorunlarla karşı karşıya kaldığımızda düşünürüz ve bu yüzden bilgi edinmenin en iyi yolu teori üretmek veya ezberlemek değil, yapılacak işlere etkin bir biçimde katılmaktır.

NEO- PRAGMATİZM

Pragmatistler için bilgi, dünyanın eksiksiz bir şekilde temsil edilmesiyle değil, yeterli açıklamaların sağlanmasıyla ilgilidir. 1960’lı yılların sonlarından itibaren pragmatizm geleneklerinin sınırları içinde bulunan fakat aynı zamanda Avrupa yapısalcılığı ve "POST-YAPISALCILIĞI" ndan da etkilenen "RİCHARD RORTY" , pragmatist teorinin de toplumsal ve tarihsel bağlamdan nasıl etkilendiğini ve dil ile nasıl yakından bağlantılı olduğunu gösteren bir neo-pragmatizm fikri geliştirdi. Rorty’nin pragmatik başlangıç noktası, bilginin doğanın bir aynası olduğu ve akılla dolayımlanan deneyimimizin dünyanın hakiki bir yansımasını sağladığı fikrini reddetmekti. Rorty, nesnelerin farkına ancak duyularımızdan gelen bilgiyi kavramsallaştırarak ve dil biçiminde şekillendirilen kavramlar üreterek vardığımızı ileri sürdü. Öyleyse dil aracılığıyla öğrenme faaliyetinde bulunuruz ve bilgi olarak düşündüğümüz şey, bir ifadenin gerçekliği ne kadar doğru yansıttığına değil, yaşadığımız toplumun bizi ne söylemeye sevk ettiğine bağlıdır. Bir ifadenin veya terimin anlamı, dünyadaki bir şeyin temsil edilişi değildir fakat aşinalığın ve kullanımın bir ürünüdür. Mesela Aristoteles dünya merkezli bir evren modeli ortaya koyarken, kopernik güneş merkezli, Einstein ise merkezi olmayan evren modeli ortaya koymuştur. Bu betimlemeler kendi zamanı için yeterli bir betimlemeydi.

MODERN MANTIK

Mantık, Yunan filozofları tarafından bir felsefe dalı olarak kuruldu ve Aristoteles tarafından sistematik bir biçimde tarif edildi. Mantık 19. Yy sonlarına kadar kıyas şeklinde neredeyse değişmeden varlığını sürdürdü. Değişim nihayet matematikçiler, özellikle de "GOTTLOB FREGE" mantık ve matematiğin ayrılmaz olduğunu ve matematiğin, mantığa dayalı argüman ve ispatlardan oluştuğunu fark ettiğinde gerçekleşti. Bu ise felsefenin de mantıktan türediği fikrine dayanan, son derece İngiliz işi bir düşünce okuluna, yani analitik felsefeye ilham verdi. Bu okulun önde gelen figürü "BERTRAND RUSSEL" , felsefi ifadelerin dilini mantıksal önermeler olarak ilk çözümleyen kişi oldu. Analitik yaklaşım, Almanca konuşan dünyada filozofları etkiledi ve burada mantıksal pozitivizme dönüştü ancak Russell’in etkisi en önemli biçimde "LUDWİG WİTTGENSTEİN" ın dil felsefesinde görüldü. Dilin felsefi çözümlemesinin yanı sıra bir bilim olarak dilbilim de artan bir ilgi vardı ve bunun da getirdiği kendi felsefi çıkarımlarına sahipti.

MATEMATİK VE MANTIK

Alman matematikçi Gottlob Frege, Kavram Yazısı (1879) adlı kitabından iki bin yıldan fazla süredir sağlam duran mantık görüşlerini altüst etti. O zamanlar mantık, düşünme biçimimizden türetilen bir kurallar kümesi olarak görülüyordu. Ancak ilk defa Frege, mantığın nesnel olduğunu ve onu kullanma şeklimizle alakası olmadığını öne sürdü. Mantıksal önermeler nesnel doğrulardır ve insan psikolojisine bakılmaksızın birbirlerinden çıkar ya da çıkmazlar. Frege ayrıca, matematiğin, bir şeyden başka bir şeyin nasıl çıktığını göstermek için bir dizi argüman ve ispattan oluştuğuna ve bu nedenle mantıkla aynı ilkelere sahip olduğuna dikkat çekti. Bu noktaya kadar hakim görüş, matematiğin dil gibi bir insan yaratımı olduğuydu ancak Frege’nin argümanları matematiğin nesnel ve evrensel olduğunu gösterdi. Matematiği yoktan var etmiyoruz ancak fizik yasalarını keşfettiğimiz gibi keşfediyoruz. Frege’nin matematik ve mantığı birbirine bağlaması da mantığın kıyastan çok daha fazlası olduğunu gösterdi ve bu da mantığı felsefe için daha güçlü bir araç haline getirdi.

MANTIK, EPİSTEMOLOJİYE KARŞI

Frege’nin mantığın insan zihninin bir yaratımı olmadığı ancak evrensel nesnel hakikatlerden oluştuğu yönündeki kavrayışı felsefe üzerinde derin etkiler bıraktı. Ona göre matematiğin, mantıkla aynı ilkeleri izler ve eşit derecede nesneldir. Fakat felsefenin altında yatan akıl yürütme süreci de mantıksal ilkelerle yönetilen ve benzer şekilde bir insan yaratımı olmayan bir dizi argüman ve ispattan ibarettir. Bu nedenle felsefi hakikatler, zihinlerimizin çalışma biçiminden bağımsız şekilde, matematiğin hakikatlerini keşfedebildiğimiz gibi, nesnel ve keşfedilebilir olmalıdır.

Bununla birlikte, modern felsefenin çoğu epistemolojiye, yani bildiğimiz şeyi nasıl bildiğimize ve neyi bilebileceğimize dair araştırma alanına dayanmaktadır- ki tüm bunlar zihnimizde olup bitenlerle ilgilidir ve fiiliyatta felsefi hakikatle alakasızdır. Artık anlaşılmıştı ki felsefenin, bilgimizle ilgili nesnel hakikatleri keşfetmesi için temelleri mantık içinde olmalıydı; epistemolojide değil.

PRİNCİPİA MATHEMATİCA

Frege’nin eseri küçük bir matematikçi grubu haricinde neredeyse fark edilmedi ve Bertrand Russell tarafından keşfedilene kadar filozof tarafından göz ardı edildi. Russell, Cambridge Üniversitesi’nde hem felsefe hem de matematik okudu ve "MATEMATİĞİN İLKELERİ" nde (1903) ifade ettiği üzere, aritmetik ile muhtemelen bütün matematiğin mantıktan çıkartılabileceği sonucuna vardı. Russell ve meslektaşı "ALFRED NORTH WHİTEHEAD" , on yıl sonra tamamlanan devasa üç ciltlik Principia Mathematica’da bunu ispatlamaya çalıştı. Bunu takiben odaklandı (ve muhtemelen bu seçimde, on dokuzuncu yüzyılda bu konuda kusursuz bir kitap yazan vaftiz babası John Stuart Mill’in etkisi vardı) Frege gibi Russell da mantık ve matematikteki atılımların felsefe için etkilerini fark etti. Bu ikili, mantığın nesnel bir evrensel gerçekler kümesi olduğunu göstermişti ve Russell, mantığa dayalı bilim ve felsefe aracılığıyla dünyanın nesnel bir bilgisini keşfedebilmemiz gerektiğine inanıyordu.

ANALİTİK FELSEFE

Russell, ampirizm geleneğinden geliyordu ve meslektaşı G.E. MOORE ile İngiliz felsefe hareketini 19. Yy’a hakim olan idealizmden uzaklaştırdı. Matematik ve mantığın Principia’da ayrılmaz bir şekilde bağlantılı olduğunu gösterdikten sonra Russell, mantığın felsefi sorgulamanın temeli olması gerektiğini ortaya koymayı hedefledi: Nesnel, evrensel hakikatlerden oluştuğu için mantık, dünyaya dair bilgimiz için epistemolojinin sunduğu spekülasyondan daha sağlam bir temeldir. Mantıksal çözümleme tekniklerini bilgimiz hakkındaki ifadelere uygulamak, bunların objektif bir değerlendirmesini mümkün kılar; bu, analitik felsefe olarak bilinen felsefi sorgulama yaklaşımıdır. Felsefi ifadeleri mantıksal olarak çözümleyebilmek için bunların ilk önce –matematikteki önermelere benzer şekilde mantıksal bir formda sunulmaları gerekir; bu ise biçimsel gramer ile mantığın işaret ve sembollerini kullanarak yapılır. Sonrasında felsefi bir argüman, mantık kurallarını kullanmak suretiyle, matematiksel bir ispatla hemen hemen aynı şekilde, geçerli veya geçersiz gösterilebilir.

DOĞRU VE MANTIK

Analitik felsefe, felsefi argümanları incelemek için daha bilimsel bir yöntem umudu sundu. Ancak bu argümanları bir dizi mantıksal önermeye dönüştürmek sorun arz edebilir. Geçerliliği test edilmeden önce, filozofların bazen süslü ve anlaşılması güç olabilen dili mümkün olduğunca basit bir şekilde ve mantıksal bir önermede olduğu kadar net değildir. Ayrıca sayılar ve sembollerin aksine, kelimeler ve deyimler anlama dair sorunlar arz eder ve bu nedenle bazen bir ifadenin doğruluğunu belirlemek imkansızdır. Aynı mantıksal biçimindeki görünüşte benzer ifadelerin çok farklı mantıksal etkileri olabilir. Örneğin “İspanya Kralı keldir” dersek anlam açıktır ve ifadenin ampirik olarak doğru ya da yanlış olduğunu göstermek için olguları kontrol edebiliriz. Bununla birlikte, Fransa Kralı keldir, ifadesi tamamen aynı mantıksal biçime ve aşikar bir anlama sahiptir ancak bu doğru ya da yanlış mıdır? Fransa’nın Kralı yoktur, öyleyse bunu nasıl teyit edebiliriz? Sahip olduğu geçerli mantıksal biçime rağmen böyle bir ifadenin hiçbir anlamı olmayabilir.

TRACTATUS LOGİCO-PHİLOSOPHİCUS

Ludwig Wittgenstein, Russell’in bir öğrencisi olarak analitik felsefe ilkelerini benimsedi ve sonra Kant ile Schopenhauer’in daha önce tıpkı epistememolojiyi kullandığı şekilde mantığı kullanarak bilgimizin sınırlarını belirlemeyi hedefledi. Wittgenstein "TRACTATUS LOGİCO-PHİLOSOPHİCUS" ta (1921), dünyayı anlamaya çalışırken onu, mantıksal yapılara sahip önermelerden oluşan bir dil kullanarak tarif ettiğimizi gösterdi; Cümlelerin toplamı dildir. Dünyada şeylerin değil, olguların bütünü bir yapı sahibidir ve dil, tarih ettiği dünya ile aynı mantıksal biçim dahilinde bir temsilde bulunarak veya harita çizerek dünyayı resmeder. Anlamlı bir şekilde söylenebilecek tek şey doğru cümlelerin toplamı, yani fenomenal deneyim dünyası hakkında ampirik olarak doğrulanabilen ifadelerdir. Felsefe kendisini bu dünyayla sınırlamalıdır; çünkü dil tartışabileceği şeyleri aslında doğa bilimi hakkındaki ifadelerle sınırlar. Wittgenstein, etik ve din gibi konuların hala önemli olduğunu ancak mistik olduklarından anlamlı önermelerde bulunamayacağımızı söylemiştir.

MANTIKÇI POZİTİVİZM

Frege’nin mantık üzerine kaleme aldığı eser Russell sayesinde daha geniş bir okuyucu kitlesine ulaştı. 1920’lere gelindiğinde, yeni mantığı felsefelerine dahil edenler sadece İngiliz düşünürler değildi: Viyana çevresi olarak bilinen bir grup bilim adamı ve matematikçi, bilim için felsefi bir temel oluşturmak amacıyla bir araya geldi. Dünya hakkındaki hakikatleri elde etmenin felsefenin değil, bilimin işi olduğuna fakat felsefenin işinin de bilimin çalışabileceği mantıklı bir çerçeve sağlamak olduğuna inanıyorlardı. Geliştirdikleri görüş –mantıkçı pozitivizm- tıpkı analitik felsefenin felsefi ifadelere yaklaştığı gibi, mantık tekniklerini bilimsel ifadelere uyguladı. Bilimsel fikirler ve teoriler hakkında açık ve nesnel bir şekilde konuşmak için öncelikle bilimsel ifadelerin dilini –bu ifadelerin anlamlarını belirlemek maksadıyla- mantıksal önermeler olarak çözümlememiz ve anlamsız olanları dışarıda bırakmamız gerekmektedir. Mantıkçı pozitivistler için bir ifade ancak katı mantıksal kıstasları karşılarsa ve ampirik olarak doğrulanabilirse doğru olarak kabul edilebilir; başka hiçbir şey ispatlanamaz ve dolayısıyla aslında anlamsızdır.1922’filozof "MORİTZ SCHLİCK" tarafından kurulan "VİYANA ÇEVRESİ" , matematikçi "HANS HAHN" ile sosyolog, ekonomist ve filozof "OTTO NEURATH" Otto Neurath (1882-1945), Avusturyalı bir filozof, sosyolog ve ekonomisttir. Neurath, Viyana Çemberi olarak bilinen ve mantıksal pozitivizm olarak da adlandırılan bir felsefi akımın önde gelen üyelerinden biriydi. Bu akım, bilimin temeldeki rolüne, bilim dışı iddiaların reddedilmesine ve mantıksal analize dayalı bir felsefi sistem geliştirme çabalarına odaklanmıştır. ı da bünyesinde barındırıyordu.

ARAÇ OLARAK DİL

20. yy’ın ortalarına gelindiğinde analitik felsefe, İngilizce konuşulan dünyanın hakim felsefesi haline gelmişti. Viyana çevresi üyeleri "NAZİZM" Nazizm, 20. yüzyılın ilk yarısında Almanya'da Adolf Hitler tarafından kurulan ve yönetilen siyasi ideoloji ve harekettir. Nazizm, Alman Ulusal Sosyalist İşçi Partisi'nin (NSDAP) ideolojik temelleri üzerine inşa edilmiştir. den İngiltere ve ABD’ne kaçtıkları için buralarda mantıksal pozitivizm de etkili oldu ve mantıksal pozitivizm de etkili oldu ve mantıksal pozitivizmin anlamlılığına dair sıkı kıstasları sadece bilime değil, bütün dil biçimlerine uygulandı. Analitik felsefe, felsefi sorulardan ziyade büyük ölçüde bir dil çözümlemesi haline gelmişti. Ancak İngiliz filozofların hepsi bu eğilimi kabul etmedi ve G.E.Mooere gibi bazıları, dilin mantıksal çözümlemesine bir sağduyu yaklaşımını savundu. Wittgenstein da Tractatus’un kendisiyle çelişkili olduğunu fark ederek tartışmaya tekrar katıldı: Kitap, dünyayı resmetmeyen ve dolayısıyla anlamsız olan cümlelerle doluydu. Onun yerine dilin gerçekliği “resmettiği yönündeki metaforu bırakarak ve bu metaforu, bir araç olarak dil ile ikame ederek tamamen farklı bir dilbilimsel felsefe geliştirdi. Her kelime veya kavram belirli bir anlam ifade etmez ancak anlamını kullanıcının niyetinden ve kullandığı bağlamdan alır.

DİLBİLİM

20. yy ilerledikçe hem İngiliz hem de Kıta Avrupası felsefesi dil ile giderek daha fazla ilgilenmeye başladı. Anatilik felsefe, felsefi ifadelerin mantıklı bir biçime sokulabilmesi için çözümlenmesini gerektirerek dil felsefesine olan ilgiyi teşvik ederken Fransa’daki edebiyat felsefesi geleneği, dilbilimsel yapıya dayanan bir felsefe çeşidi olan yapısalcılığı doğurdu. Bu eğilim dilbilimin kendi gelişimine de yansıdı. Bu taze bilimin amacı dili bilimsel yöntemlerle incelemekti; bununla birlikte, dilbilim felsefesi ile aralarında karşılıklı bir alışveriş de hasıl olmuştu. Dilbilim, ilgilendiği diğer hususlara ilaveten –gramer, anlambilim vb açıdan- dilin yapısıyla ilgilendi ve bu durum yapısalcı hareketi etkiledi. Ayrıca dillerin nasıl geliştiğini, birbirinden nasıl farklılaştıklarını ve bütün diller için ortak bir altyapı olup olmadığını da araştırır. Dilbilimin bu özelliği de bir takım felsefi sonuçlar doğurmuştur. (özellikle dili nasıl edindiğimiz ve fikirlerimizi ifade etmek için nasıl kullandığımıza dair araştırmalarda)

EVRENSEL GRAMER

Dilbilimin iştigal ettiği meselelerden biri, bütün insan dillerinde ortak bir gramer yapısı olup olmadığıydı. Benze gramerleri paylaşan akraba dil aileleri vardır ancak birçok farklı ailenin ya çok az ortak noktası var veya hiç ortak noktası yok gibi durmaktadır. Bu sorunun cevabı, daha sonraları siyasi iktidara dair eleştirel analizleriyle meşhur olan "NOAM CHOSKY" Noam Chomsky (1928 doğumlu), Amerikalı dilbilimci, filozof, siyaset bilimci ve yazar olarak tanınan bir entelektüeldir. Chomsky, modern dilbiliminin ve bilişsel biliminin önemli figürlerinden biridir ve aynı zamanda politik ve sosyal eleştiri alanında da etkili bir ses olmuştur. den geldi ve öğrendikleri dilden bağımsız olarak anadillerinde, beklenen çok daha hızlı bir şekilde yetkinliğe eriştiklerini fark etti. Sonuç olarak da dilin yapısı hakkında doğuştan gelen bir bilgiye sahip olmamız ve bu yapının (evrensel veya üretici bir gramer) bütün diller için ortak olması gerektiğini düşündü. Dilin evrensel bir biçimsel yapıya sahip olduğu düşüncesi mantık ve matematik arasındaki bağlantıya benziyordu. Ancak dile dair bir a priori kavrayış fikri, Kartezyen rasyonalizmi andırıyordu ve dilbilimin ampirik gelenek bünyesindeki bilimsel bir disiplin olduğu iddiasıyla bağdaştırılması zordu.

FELSEFE VE BİLİM

20. yy’da "ALBERT EİNSTEİN" Albert Einstein (1879-1955), 20. yüzyılın en önemli bilim insanlarından biridir. Alman kökenli bir teorik fizikçi ve matematikçi olan Einstein, modern fizik ve kozmoloji alanlarında devrim yapmıştır. ın teorileri, fiziksel evrenin kapsamlı bir açıklamasını sağlamış gibi göründü ancak yeni fiziğin pek çok yönü cevaplar kadar sorular da ortaya attı; hem de bunlar bilimin tek başına açıklayamayacağı sorulardı. Ve tıpkı bilimin, felsefenin çeşitli yönlerinin yerine geçmesi gibi, bazı filozoflar da dikkatlerini bilimin kendisine çevirdi. "KARL POPPER" Karl Popper (1902-1994), Avusturyalı kökenli İngiliz bilim felsefecisi ve bilim tarihçisidir. Popper, 20. yüzyılın en etkili felsefecilerinden biri olarak kabul edilir ve özellikle bilimsel yöntem, bilim felsefesi ve politik felsefe alanlarında yaptığı çalışmalarla tanınır. , bilimsel yöntemlerin temeli olan tümevarım sorununa pratik bir cevap önerdi; "PAUL FEYERABEND" Paul Feyerabend (1924-1994), Avusturyalı kökenli bir bilim felsefecisi ve bilim tarihçisidir. En çok bilimsel yöntemlerin ve bilimin doğası üzerine yaptığı tartışmalarla tanınır. Feyerabend, bilimsel yöntemlere karşı eleştirel bir yaklaşım benimsemiş ve bilimin sıkı bir metodolojik yapısının olmadığını savunmuştur. ise "THOMAS KUHN" Thomas Kuhn (1922-1996), Amerikalı bir bilim tarihçisi ve bilim felsefecisidir. Kuhn, özellikle "bilimsel devrimler" ve bilimsel bilginin doğası konularında yaptığı çalışmalarla tanınır. En çok bilinen çalışması, 1962 yılında yayımlanan "Bilimsel Devrimlerin Yapısı" (The Structure of Scientific Revolutions) adlı kitabıdır. un, bilimin pürüzsüz ilerlemelerle değil, radikal sıçrayışlarla ilerlediği fikrinden hareketle tek bir güvenilebilir bilimsel yöntem düşüncesini sorguladı.

Günümüzde sinirbilim bize beynimizin çalışma şekli hakkında iç gözlemsel felsefeden daha fazlasını söyleyebilir.

METAFİZİK SORULARA BİLİMSEL CEVAPLAR

Einstein 20. Yy’ın başında görelilik teorilerini formüle ettiğinde evreni anlamanın tamamen yeni bir yolunu göstermişti. Bu, eski NEWTONcu görüşü yerinden etti ve yeni fizik yasalarına göre fiziksel evrenin kapsamlı bir tasvirini getirdi. İlk kez zaman ve mekanın kendisi bilimsel olarak açıklandı ve evrenin özü enerji olarak tanımlandı. En başından itibaren felsefenin ilgilendiği metafizik soruların çoğu nihayet cevaplanmış görünüyordu. Ancak Einstein’ın memnuniyetle kabul edecek olduğu üzere, yeni fizik kesin bir cevap değildi ve Newton’un katkısının önemini de yok saymıyordu. Yeni fizik “gerçek” ya da “doğru” değildi, sadece Newton’ın –zamanına göre çok iyi olan- açıklamasından daha doğru bir açıklamaydı. Tıpkı bir pragmatistin söyleyeceği gibi, geçerli bir açıklamaydı. Nasıl ki Newton fiziği bilim tarihinde bir basamaksa Einstein’ın teorileri de bir gün gerçeklere daha iyi uyan bir şeyle değiştirilebilir. Einstein’ın meşhur denklemi, enerjinin (E) Kütle (m) ile ışık hızının (c) karesinin çarpımına eşit olduğunu göstermektedir.

YENİ FELSEFİ SORULAR

Teorileri birçok metafizik spekülasyona bir son veriyor gibi görünse de Einstein’ın öncülük ettiği fizik gündeme yeni sorular getirdi. Ve eski felsefi teorileri çürütmek yerine pek çoğunu doğruladı ya da en azından tamamladı. Örneğin maddenin enerji olarak tanımlanması, Schopenhauer’in idealizmi, hatta Hindu ve Budist felsefesine yüzeysel bir benzerlikten daha fazlasına sahiptir. Bu arada, kuantum mekaniği kavramlarının birçoğunu anlamak fizikçiler için bile zordur ve bunlar adeta mistik görünür: Söz gelimi "HEİSENBERG" Werner Heisenberg (1901-1976), 20. yüzyılın önemli Alman fizikçilerinden biridir ve kuantum mekaniği alanındaki çalışmalarıyla tanınır. Heisenberg, kuantum fiziğine önemli katkılarda bulunmuş ve 1932 yılında Nobel Fizik Ödülü'nü kazanmıştır. in –sağduyuya ters gibi görünse de "BERKELEY" Berkeley, İngiltere'nin doğusunda, Londra'nın kuzeydoğusunda bulunan bir şehir ve bir yerleşim birimidir. Resmi olarak İngiltere'nin Doğu'daki Essex Kontluğu'na aittir. Tarihi açıdan önemli bir şehirdir ve eski bir İngiliz yerleşimi olarak bilinir. in felsefesine tuhaf bir benzerlik gösteren- "BELİRSİZLİK İLKESİ" Belirsizlik İlkesi, klasik fizikten kuantum fiziğine geçişte önemli bir dönüm noktası olan bir prensiptir. Bu ilke, Werner Heisenberg tarafından 1927 yılında formüle edilmiştir ve kuantum mekaniğinin temel taşlarından biridir. ve gözlemci etkisi (bir mikroskobik kuantum sisteminin özelliklerini sabitlerken gözlemde bulunma gerekliliği) Bu sırada, evrenin kökenine ilişkin bir teori olan "BÜYÜK PATLAMA TEORİSİ" Büyük Patlama Teorisi (Big Bang Theory), evrenin kökenini ve evrimini açıklamak için ortaya atılan önemli bir kozmolojik modeldir. Bu teori, evrenin tüm madde ve enerjinin tek bir noktadan genişleyerek bugünkü durumuna geldiğini öne sürer. , gerçekliğin ve nedenselliğin doğası hakkındaki felsefi tartışmayı da yeniden başlattı ve birden fazla evrenin olabilmesi ihtimali felsefi düşünceyi daha fazla besledi.

Meşhur SCHRÖDİNGER’İN KEDİSİ isimli düşünce deneyinin bilimsel öneminden bağımsız bir şekilde, bir kedinin aynı anda hem canlı, hem de ölü olmasının felsefi etkileri nelerdir?

YANLIŞLANABİLİRLİK

Bilimin teori oluşturmak için kullandığı yöntem, TÜMEVARIMa –tekil örneklerden genel bir kural çıkamaya- dayanır. Hume, tümevarımın mantıken bir şeyi kesin bir biçimde göstermek için kullanılamayacağına işaret ettikten sonra bile bilim adamları gözlem ve deney yöntemlerini dikkate değer bir başarıyla kullanmaya devam ettiler. Ancak tümevarım sorunu, Karl Popper’ın bilimsel metodolojiye farklı bir bakış açısı önerdiği 1930’lara kadar filozofları rahatsız etmeye devam etti. Popper bir olayın çok sayıda olumlu örneği bilimsel bir teoriyi kesin olarak ispatlayamasa da tek bir olumsuz örneğin o teorinin kesin yanlış olduğunu gösterebileceğini ileri sürdü. Örnek olarak da şu hipotezi verdi; “Bütün kuğular beyazdır”. Bu hipotez, beyaz kuğuların kaç kere gözlendiğine atıfta bulunularak kanıtlanamaz ancak tek bir siyah kuğunun ortaya çıkmasıyla yanlış veya yanlışlanabilir olduğu kanıtlanabilir. Bilimsel bir teorinin gerçek kriteri tümevarımı yoluyla çıkarılması değil, yanlışlanabilir olması, gözlem veya deneyle yanlış olduğu gösterilebilecek nitelikte olmasıdır.

PARADİGMA DEĞİŞİMLERİ

Bilim felsefesi, özellikle Karl Popper’ın çığır açan çalışmasından sonra, 20. Yy’da kendi başına önemli bir dal olarak gelişti. Filozoflar, bilimsel metodolojinin felsefi ve mantıksal temellerini incelemenin yanı sıra dikkatlerini bilimsel ilerlemenin doğasına da çevirdi. Thomas Kuhn 1962’de paradigma değişimleri kavramını tanıtana kadar bilimdeki ilerlemelerin süreğen bir evrim süreci olduğu varsayılmıştı. Kuhn, bilim tarihine dair yaptığı tahlilde, normal bilim dönemlerinin kriz dönemleriyle kesintiye uğradığını öne sürmüştür. Normal dönemlerde bilim adamları, üzerinde mutabık kalınan bir çerçeve veya paradigma içinde çalışır ve çalışmalarındaki herhangi bir anormallik göz ardı edilir veya yok sayılır. Bununla birlikte anormallikler görünür hale gelirse yeni teoriler yoluyla ve yeni bir paradigmaya geçişle açıklanmaları gereken bir krize neden olurlar. Normal bilim şimdi bir sonraki krize kadar yeni çerçevede devam etmektedir. Bu paradigma değişimlerinin tarihsel örnekleri arasında Kopernik, Newton ve Einstein’ın devrimci teorileri bulunmaktadır.

YÖNTEME KARŞI

Kuhn’un bilimsel ilerleme tarihini bir dizi peryodik devrim olarak tasvir etmesine arkadaşı Paul Feyerabend anarşist bir yön kazandırdı. Bir paradigma değişimi meydana geldiğinde kabul edilmiş bütün kavramlar etkilenir ve bu nedenle,1975’te Feyerabend’in ileri sürdüğü üzere, bilimsel hakikati tesis etmek için tek ve kalıcı bir çerçeve yoktur. Yeni yaklaşımlar ve yöntemler benimsenir ve bunlar bilim adamlarının fikir birliği ettiği şeyler haline gelir, ancak bunlar daha önce geçerli kabul edilmemiştir. Bu nedenle bilimsel ilerleme katı kurallara uyarak elde edilemez aksine bunlar kırıldığında ilerlemeler sağlanır. Feyerabend, Popper’ın yaptığı gibi, bilimsel yöntemi haklı çıkarma girişimlerini reddetti; evrensel bir metodolojik kural olmadığını ve böyle kurallar bulma girişimlerinin bilimsel ilerlemeyi engellediğini ileri sürdü. Özellikle herkesçe bilinen olgular üzerinden tutarlılık kriterini hedef aldı ve hiçbir büyük teorinin, aynı zemindeki daha eski bir teoriyle tutarlı olmadığını gösterdi. Bilim ilerlemeye devam edecekse bütün kuralcı metodoloji teorilerini görmezden gelinmesinin daha iyi olacağını savundu.

20. YY SİYASET FELSEFESİ

20. yy’da dünyanın siyasi yapısında eşi görülmemiş değişiklikler yaşandı. Dünyanın üçte biri Marksistlerden ilham alan bir rejimi benimserken Avrupalı eski sömürgeci imparatorluklar küçüldü. Yy’ın ortalarında, müstebit faşizm ve Nazizm’in yükselişi 2. Dünya Savaşı’nın fitilini ateşledi ve bunu Doğu komünizmi ile Batı kapitalizmi arasındaki Soğuk Savaş izledi. Siyaset felsefesi, bu değişikliklere çeşitli şekillerde tepki vererek, başarısız olan sistemlerin yerini alacak yeni modeller önerdi. Komünist rejimlerin acı gerçekliği, 1930’larda ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra tekrardan 1990’larda Marx’ın teorilerinin yeniden değerlendirilmesine yol açtı. ABD’de filozoflar demokrasi, adalet ve hükümetin rolü gibi fikirler üzerinde yoğunlaştı-ki bu fikirler, sömürge yönetiminden kurtulmaya çalışan ve bağımsızlık kazanan birçok devlet için de önemliydi. 1945’i izleyen nispeten barışçıl dönemde, ırk ve cinsiyet gibi sivil haklar ve çevre sorunları da modern siyaset felsefesinin şekillenmesinde önemli bir rol oynadı.

FRANFURT OKULU

Komünist Manifesto’dan yaklaşık yetmiş yıl sonra, Marx’ın sosyalist bir devlet üzerine düşünceleri Sovyetler Birliği’nin oluşumuyla gerçekleşti. Marksist siyaset felsefesi dünya çapında takipçiler kazanıyordu ve diğer ülkeler de yakında ona ayak uyduracaktı. Ancak bazı Marksist filozoflar –özellikle Avrupa’dakiler- komünizm Marksizmin temel değerlerini gözden kaçırmaya başladığını düşünüyor ve Stalin yönetimindeki Sovyet rejiminin müdafilerini, kapitalizmi eleştirdikleri kadar eleştiriyorlardı.

Başlangıçta Franfurt Üniversitesi Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nde bulunan bir grup düşünür sosyoloji, psikoloji ve varoluşçu felsefeden fikirler taşıyan yeni bir Marksizm biçimi oluşturmak amacıyla bir araya geldi. FRANFURT OKULU (pek sıkı bağlarla bağlı olmayan bir grup için bulunmuş bir isim) olarak adlandırılan grubun önde gelen isimleri arasında filozoflar "MAX HORKHEİMER" Max Horkheimer (1895-1973), 20. yüzyılın önemli Alman filozoflarından biridir ve Frankfurt Okulu'nun kurucu üyelerinden biri olarak bilinir. Frankfurt Okulu, eleştirel teori adı verilen bir felsefi ve sosyal teorik yaklaşımın gelişimine önemli katkıda bulunmuştur. , "WALTER BENJAMİN" Walter Benjamin (1892-1940), 20. yüzyılın önemli Alman filozoflarından ve kültürel eleştirmenlerinden biridir. Benjamin, edebiyat eleştirisi, estetik teori, kültür tarihi ve eleştirel teori üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. , "HERBERT MARCUSE" Herbert Marcuse (1898-1979), 20. yüzyılın önemli Alman-Amerikalı filozoflarından biridir. Frankfurt Okulu'nun bir üyesi olarak tanınan Marcuse, kültürel eleştiri, toplum teorisi ve siyaset felsefesi alanlarında etkili çalışmalar yapmıştır. , "THEODOR ADORNO" Theodor W. Adorno (1903-1969), 20. yüzyılın önemli Alman filozoflarından biridir. Frankfurt Okulu'nun bir üyesi olan Adorno, kültürel eleştiri, estetik teori, toplum teorisi ve müzikoloji alanlarında önemli katkılarda bulunmuştur. ve bu fikileri daha da geliştiren sonraki nesilden Jürgen Habermas ve György Lukacs yer alıyordu.

ELEŞTİREL TEORİ

Franfurt Okulu’ndan çıkan neo-Marksist felsefe, zamanı için oldukça radikal görünebilir ancak kökleri 19. Yy Alman felsefesi fikirlerine dayanır. Bu felsefenin özünde “eleştirel teori” (aynı adı taşıyan edebiyat eleştirisi teorisi ile karıştırılmamalıdır) fikri vardı ve bu da Kant’ın, mevcut fikirleri eleştirme fikrinden türetilmişti. Daha da önemlisi eleştirel teori, Hegel’in diyalektiğini ve Marx’ın filozoflara yönelik dünyayı tanımlamak veya açıklamak değil, değiştirmek gerektiği uyarısını geri getirdi. Franfurt Okulu’nun filozofları ideolojilere, özellikle de kapitalizm ve komünizmin 20. Yy’da gelişen biçimi gibi – "STATÜKO" "Statüko", genellikle mevcut durumun korunmasını ifade eden bir terimdir. Bir durumun ya da belirli bir düzenin devam etmesi, değişmemesi veya değişimden kaçınılması anlamına gelir. Bu terim genellikle politik, sosyal veya kurumsal bağlamlarda kullanılır. yu sürdürmek için tasarlanmış bir dünya görüşü dayatan- ideolojilere meydan okumaya çalıştı. Mevcut sistemlerin –felsefe kadar sosyoloji ve psikoloji teorilerini de kullanan- titiz bir eleştirisinin, toplumu daha iyi hale getirebilecek bir sentez üretmek adına siyasi ve toplumsal yapıları çözümlemek için kullanılmasında bir sakınca yoktu.

PRAGMATİZM VE DEMOKRASİ

John Dewey için felsefe ve siyaset ayrılmaz bir şekilde bağlantılıydı. Dewey kendi pragmatizmini demokrasi için felsefi bir temel olarak gördü. Uzun süredir, düşünürlerin filozofların sorunları ile, yani metafizik ve epistemolojinin soyut kavramlarıyla uğraştıklarına ancak dikkatlerinin insanların sorunlarına odaklanması gerektiğine inanıyordu. Siyaset felsefesi deneyimden soyutlanmaya devam ettikçe insanların, hayatlarını kontrol eden kurumlar üzerinde hiçbir etkileri olmamaya başladı. Pragmatizm sadece bilginin yararlılığına odaklanarak bunun üstesinden gelmekle kalmadı; aynı siyasi sistem olarak demokrasiyi zorunlu kıldı. Dewey demokratik toplumun bir toplum sözleşmesinin dayatılmasıyla değil, tekil vatandaşların organik bir toplamından oluştuğunu ve ancak bireylerin de gelişmek ve evrilmek için özgür olması durumunda gelişip evrilebileceğini savundu. Öyleyse demokrasinin amacı bunun koşullarını sağlamaktır ve Dewey’in felsefesinin işlevi de –büyük ölçüde eğitim yoluyla- bireylerin kendilerini gerçekleştirebilecekleri bir ahlaki topluluk oluşturmaktır.

HAKKANİYET OLARAK ADALET

Klasik Yunan filozoflar zamanında Sokrates’in tartıştığı temel meselelerden biri adaletin tanımıydı ve 1970’lerde filozoflar bu fikri Amerikan kapitalist demokrasisi ışığında yeniden ele aldılar. Aralarında, hakkaniyet olarak adalet tanımıyla liberalizm taraftarlığı yapan "JOHN RAWLS" John Rawls, 20. yüzyılın önemli siyaset felsefecilerinden biridir. 21 Şubat 1921'de Baltimore, Maryland'de doğmuş ve 24 Kasım 2002'de Lexington, Massachusetts'te vefat etmiştir. Rawls, siyaset felsefesi ve ahlaki felsefe alanında önemli katkılarda bulunmuştur, özellikle de "Adalet Teorisi" (A Theory of Justice) adlı eseriyle tanınır. da vardı. Rawls bu tanımı açıklarken cehalet perdesi diye bilinen bir düşünce deneyi betimledi. Bu deneyde katılımcılar sıfırdan hayali bir toplum- orijinal bir konum- yaratırlar ve daha sonra, içinde yaşayacakları toplumdaki haklar, kaynaklar ve konumların dağılımını seçerler. Ancak cehalet perdesi, katılımcıların kendi yetenekleri, zekaları, sosyal durumları veya zenginlikleri hakkında herhangi bir şey bilmelerini önler ve kanaatleri yargılarını etkilemez. Katılımcılar, yeni toplumu –duruşları ne olursa olsun- toplumun bütün üyelerine fayda sağlama perspektifinden değerlendirmeye zorlanırlar ve adalet hakkaniyetli bir dağıtımla sağlanır.

SALAHİYET OLARAK ADALET

Rawls’un hakkaniyet olarak adalet şeklindeki liberal tanımına yanıt olarak Robert Nozick, kendi özgürlükçü görüşlerine daha iyi uyan alternatif bir tanım sundu. Nozick için adalet bir salahiyet meselesidir. FRİEDRİCH HAYEK’in iktisat teorilerinden ve Locke’un siyaset felsefesinden etkilenen salahiyet teorisinin üç ana ilkesi vardır: edinimde adalet (bir kişinin en başında nasıl mülk sahibi olabileceği), aktarımda adalet (bir kişinin başka bir kişiden –rızası dahilinde- ticaretle veya hediye olarak nasıl mülk edinebileceği) ve adaletsizliğin düzeltilmesi (haksız olarak edinilen veya aktarılan mülklerle nasıl başa çıkılacağı). Mülkün dağıtımı, sadece herkesin sahip olduğu mülke salahiyeti olduğunda adildir: edinimde adalet veya aktarımda adalet ilkelerine göre mülk edinen herkes buna salahiyet kazanır ancak hiç kimse başka yollarla edinilen mülkiyette salahiyet sahibi olamaz ve düzeltme ilkesi de hırsızlık veya sahtekarlık gibi davaları ele almak için vardır. Devlet müdahalesi salahiyetin korunmasıyla sınırlandırılmalıdır ve mülkün, rıza olmadan yeniden dağıtılması (mesela vergilendirme yoluyla) haksızdır.

SİYASİ GÜCÜN ÇÖZÜMLENMESİ

Her ne kadar siyaset felsefesi, ideal devlet teorileri ve hükümetin böyle bir devlet içindeki rolü hakkındaki tartışmalarla ilgilense de mevcut siyasi sistemlere de eleştirel bakabilir. Noam Chomsky, erken yaşlardan itibaren sol ve anarşist siyasete ilgi duymuştu ve dilbilimde adını duyurduktan sonra dikkatini siyaset felsefesine çevirdi. Bir ahlak filozofu olarak, kendimize, diğer insanlara uyguladığımız ahlak standartlarının aynısını uygulamamız ve siyasette de benzer şekilde davranmamız gerektiğine; yani bütün devletlerin, özellikle de kendi devletimizin ahlakını sorgulamamız gerektiğine inanıyordu. Kendi devletimizin diğerlerinden daha etik davrandığını varsaymak gibi bir eğilime sahibiz; çünkü eylemleri değil, kendi devletimizin söylemini inceliyoruz ve bu söylemi kabul etmeyi, uygulamaya koyulup koyulmadığını sorgulamaktan daha kolay buluyoruz. Bununla birlikte, her devlette, hükümetin siyasi iddiaları ile eylemleri arasında bir tutarsızlık vardır ve bu, içinde yaşadığımız devlet için de aynı şekilde doğrudur. Bu nedenle hükümetimizin siyasi iktidarı kullanma biçiminin nesnel bir çözümlemesini yapmamız gerekmektedir.

SOLUN BAŞARISIZLIĞI

Franfurt Okulu’ndan itibaren solcu siyaset filozofları için daimi bir endişe, kapitalizmin –Marx’ın kaçınılmaz çöküşüne dair öngörüsüne rağmen- devam eden başarısı oldu. Sovyet sosyalizminin Doğu Bloku’ndaki başarısızlığından sonra az sayıda devlet, Marksist sosyalizm veya komünizmin farklı biçimlerini takip etmeye devam etti; Çin bile kendine ait bir karma ekonomi geliştirdi. Marksist düşünürler kendilerini muhalefette ve güçsüz halde buldular. Fakat bu durum; bir direniş tavrı takınmalarına, uygulamaya koyma sorumluluğu olmadan ideal bir devlet teorize etmelerine ve Marx’ın, filozların dünyayı yorumlamayı bırakıp onu değiştirmeye başlamalarına yönelik ikazını yok saymalarına imkan tanıdığı için Slavoj Zizek tarafından, kolay bir çıkış yolu sağladığı şeklinde değerlendirildi. Zizek’e göre solun asıl başarısızlığı kapitalizmi devirmekten vazgeçip –bir zamanlar yaratma şansına sahip olduğu- tarifi zor toplum hakkında konuşmaya devam etmeyi seçmesidir. Bunun yerine, yaşananların ışığında devrimci sosyalizmin yeniden değerlendirilmesi ve kapitalizmin artan başarısızlıklarından istifade edilmesi gereklidir.

SİVİL İTAATSİZLİK

Transandantalist "HENRY THOREAU" Henry David Thoreau, 19. yüzyıl Amerikalı yazar, doğa filozofu, ve toplumsal eleştirmen olarak bilinir. 12 Temmuz 1817'de Concord, Massachusetts'te doğmuş ve 6 Mayıs 1862'de aynı yerde vefat etmiştir. , yasaların vatandaşın sivil özgürlüklerini korumak yerine baskıladığına inanıyor ve bir vatandaşın vicdanen bir itirazının olduğu herhangi bir yasaya karşı koymaya hakkı olduğunu düşünüyordu. Thoreau, kişinin, desteğini çekmesi yoluyla barışçıl bir direnişte bulunmasını savundu; kendi adına, köle ticaretini ve Meksika’daki savaşı destekleyebilecek vergileri ödememiştir. Ahlaki inançlarımıza aykırı yasalara ve devlet politikalarına pasif bir biçimde izin vermek, fiiliyatta onları tasdik etmek demektir; bu yüzden yasalara karşı koymak bizim sadece hakkımız değil, aynı zamanda görevimizdir de. Thoreau’nun vicdan temelinde gerçekleştirilen sivil itaatsizliğin ahlaken doğru olduğu ve özellikle şiddet içermeyen direnişin benimsenmesi fikirleri Hindistan’ın bağımsızlığı mücadelesinde GANDHİ ve ABD’deki sivil haklar mücadelesinde "MARTİN LUTHER KİNG" Martin Luther King Jr., 20. yüzyılın en etkili sivil haklar liderlerinden biridir. 15 Ocak 1929'da Atlanta, Georgia'da doğmuş ve 4 Nisan 1968'de Memphis, Tennessee'de suikaste uğramıştır. King, ABD'deki ırk ayrımcılığına karşı barışçıl mücadelesiyle tanınır ve Amerikan tarihinin en etkili figürlerinden biri olarak kabul edilir. tarafından başarıyla uygulandı.

CİNSİYET VE FELSEFE

1950’ler ve 1960’ların "İKİNCİ DALGA FEMİNİZMİ" İkinci dalga feminizm, 1960'ların sonlarından 1980'lerin ortalarına kadar olan dönemde ortaya çıkan ve feminist hareketin ikinci büyük dalga olarak kabul edilen bir süreçtir. İlk dalga feminizm 19. yüzyılın ortalarında ve 20. yüzyılın başlarında kadınların seçme ve seçilme hakkı gibi temel siyasi haklar için mücadele etti. Ancak ikinci dalga feminizm, daha geniş bir yelpazede cinsiyet eşitliği için mücadele etmiştir. "SİMONE DE BEAUVOİR" Simone de Beauvoir, 20. yüzyılın önemli Fransız yazarlarından ve düşünürlerinden biridir. 9 Ocak 1908'de Paris'te doğmuş ve 14 Nisan 1986'da ölmüştür. Beauvoir, kadın hakları, cinsiyet eşitliği ve varoluşçu felsefe üzerine önemli çalışmalarıyla tanınır. in kadınlara kadınlığın toplum tarafından dayatıldığı iddiasından ilham aldı. Siyasi bir hareket olan Kadın Özgürlüğü Hareketi’nin yanı sıra, feminist filozoflar arasında, 1990’lı yıllardan itibaren üçüncü dalga adını alarak devam eden önemli bir tartışma vardı. "KITA FELSEFESİ" Kıta felsefesi, genellikle Batı felsefesi geleneği içinde kullanılan bir terimdir ve "kıta" terimi, genellikle "Avrupa anakarası" anlamına gelir. Bu terim, özellikle Avrupa kıtasındaki felsefi düşüncenin genel karakterini ve özelliklerini belirtmek için kullanılır. "Kıta felsefesi" terimi, genellikle İngiliz analitik felsefesi gibi diğer felsefi geleneklerle karşılaştırıldığında ortaya çıkar. geleneğinde bu tartışmada, kadınlara dair ve kadınlara ait söylemleri çözümlemek için post-yapısalcılık ve YAPISÖKÜM kullanıldı. Bu çözümlemenin amacıysa erkek egemen kültürün (felsefe dahil), kadınlara dair bakışı ve kadınların kendilerine bakışlarını nasıl şekillendirdiğini tespit etmekti. Ancak cinsiyet kavramlarının tamamen toplum tarafından inşa edilip edilmediği ya da gerçekte cinsiyetler arasında, tamamen fiziksel olanın ötesinde içsel bir fark olup olmadığı konusunda da bazı tartışmalar vardı. cinsiyet çalışmaları cinselliğin cinsiyet farkını belirlemedeki rolünü ele alışıyla ayrı bir disiplin olarak ortaya çıkmıştır. O sırada başka cinselliklerin kademeli olarak kabul edilmesi tartışmayı karmaşıklaştırdı, çünkü bunlar geleneksel cinsiyet tanımlarına uymuyordu.

UYGULAMALI FELSEFE

Dünyanın daha başarılı ve kapsamlı bilimsel açıklamaları karşısında metafizik ve epistemoloji alanları filozoflardan giderek daha az ilgi gördü. elit kesimde yapılan felsefe günümüzde birçok alanda kullanılmaya başlandı.

FELSEFE VE EĞİTİM

Platon’dan itibaren filozoflar için eğitim, ahlaki değerleri aşılamanın bir aracı olarak görülüyor ve öğrencilere yaşamlarının ve içinde yaşadıkları toplumların nasıl olması gerektiğini gösteriyordu. Bu, nispeten yakın zamana kadar temel eğitim ethos’uydu ancak modern dünyada, ahlaki eğitimin alındığı yer okullar ve kolejler mi olmalı? Ya da bu yerler öğrencileri toplumun üretici üyeleri haline getirerek sadece çalışma hayatına yönelik beceriler mi öğretmeli?

KONU BAŞLIKLARI